Bindik bir alâmete...
Millî hukuk bizde "devlet aklı"nı temsil eder; o müşterek akla toplumun hangi ölçüde katkıda bulunamadığı, yakın siyasi tarihimizin en çok bilinen olgularından birisi.
Şimdi aynı akıl, mülâyim bir edâ ile yeniden yargılama sürecini temkinle karşılamamızı, önümüzde en azından bir yıllık süre olduğunu, bu süre içinde AB Bakanlar Komitesi'nin ikna edilebileceğini, dava yeniden görülecek olsa bile neticenin değişmeyeceğini, nihai tahlilde son hükmü Türk yargısının vereceğini söylüyor. Hükûmet, hiç murad etmediği halde kucağına bırakılan bombanın saat mekanizmasına bakarak daha ne kadar vakit kazanabileceğini hesaplamakla meşgul. Hukukçularımız AİHM'nin kararına bakıp, "evet aslında karar hukuki olmaktan çok siyasi ama yine de birkaç usul eksikliğinden bahsedilebilir" diyorlar.
Dinliyoruz, seyrediyoruz, tebessüm ediyoruz.
Sâkin olacağız, tebessüm edeceğiz, asabileşmeyeceğiz. AB'ye girmeden, daha doğrusu dereyi görmeden alelacele paçaları sıvayarak Avrupa hukukunu üst hukuk kabul eden "hikmet-i hükûmet"e saygı ve hayranlığımızı muhafaza edecek, AİHM'nin aleyhimize tahakkuk ettirdiği okkalı tazminat cezalarının devlet kesesinden takır takır ödenmesini sineye çekeceğiz. Bir daha da hukukumuz, hukuk sistemimiz ve hukuk felsefemiz hakkında mütalâada bulunmayacağız!
Bir gün gelecek, "hikmet-i hükûmet"imiz, "Kürdistan Demokratik Konfederalizm Önderi Sayın Abdullah Öcalan (!)" ("Çetebaşı Apo" sıfatını kullanmama öfkelenen bir okuyucuya telmihen müşarünileyhin bilcümle siyasi sıfatını işte buracığa dercettim!) ile yüksek bir Avrupa mahkemesinin önünde sanık sandalyesine oturtulacak; çünkü âdil yargılama kavramından karşı tarafın anladığı budur. Diyorlar ki, "Avrupa'da uluslararası bir mahkeme oluşturulur, iki taraf yargılansaydı bu kısmen gerçekleşebilirdi."
Bu bakış açısı bugün bize çok ters, hatta muhâl görünebilir ama süreç o istikamete doğru gelişiyor. Bizi, -lutfedip de- AB'ye tam üye kabul etmelerinden önce şu mâhut "yeniden yargılama" meselesi o istasyondan mutlaka geçecektir. İçimizdeki safdiller, "tamam yahu, usûl eksikliği varsa ikinci yargılamada o noktalara dikkat ederiz, iş biter" nikbinliği ile kendilerini rahatlatmaya uğraşıyorlarsa da AİHM'nin önceki gün verdiği kararın, nasıl bir "sökük ilmek ucu" teşkil ettiğini görmezden geliyorlar. O ilmeğin ucu karşı tarafın eline kemâl-i tâzimle tutuşturulmuştur.
Biz, binlerce Türk'ün ve Kürd'ün nâhak yere ölümünden sorumlu bir teröristi İmranlı'da tutuşumuzu düşüneduralım; hapis sürecinde geçirdiği transformasyonla kurbağanın yakışıklı prense, en azından bir Nelson Mandela'ya dönüştürülmekte olduğunun ne zaman farkına varacağız?
İş olacağına varır; kendimizi helâk etmeyelim, rahat olalım; hukuka, özellikle Avrupa hukukuna ve onun âlî yargıçlarına güvenelim. Bu arada ele-güne rezil olmamak için daha şimdiden bütçenin faiz dışı kalemlerinde biriken paraları döviz bürolarında Euro'ya çevirip, pek yakında kapımıza yığılması muhakkak tazminat cezalarını ödemek için hazırda tutalım; müdebbir olmak, hikmet-i hükûmet sahibi olmak böyle gerektirir.
Bu arada yazdıklarımızın mürekkebi kurumadan, yukardaki satırlarda sözünü ettiğimiz saatli bombanın bir sene boyunca kim tarafından ve hangi usûletle muhafaza edileceğine dair bir içtihat anlaşmazlığı çıktı bile; Hikmet-i hükûmet, yani devlet, hükûmetin eninde sonunda bir yürütme uzvu olduğunu hatırlayarak, bombayı hükûmetin hâzık kucağına terk etmeyi uygun buluyor, hükûmet ise "aşkolsun; yargı dururken bizim ne haddimize?" mealinde bir vücut çalımıyla belâdan kurtulmak niyetinde...
Efendim rahat olalım, tebessüm edelim, endişe etmeyelim, işimize bakalım, sinirlenmeyelim.