Bilene, seyircilik gibisi yoktur!
İktidar uğruna mücadele edenleri seyretmenin bir zevki vardır; sadece Nail-i Kadim'in dediği üzre "Her birini bir özge temâşa ile geçmek" kaydıyla.
Beytin tamamını şerhetmeden mânâ anlaşılmayacak, diyor ki şair,
"Mestâne nukûş-ı sûver-i âleme bakdık;
Her birini bir özge temâşâ ile geçdik"
(Dünyânın nakışla süslenmiş tasvirlerine, hâllerine bakdık da her birini şöyle gözucu ile geçip kayda değer bir şey görmedik). İktidar hırsının teorik yapısını bilenler için her yeni olguda taze heyecanlara kapılmakta şaşırtıcı bir şey yoktur ama ezelî meselelerin her dem yeni bir çehre ile görünmesinde zevk bulmak kabildir.
Meselâ pek terütâze bir meseleye bir de bu gözle bakalım.
Adam "profesyonel futbol seyircisi". Gazetelerin dediğine göre bunlar yöneticilerin kesesinden seyahat eder, maçları bedavaya getirmenin ötesinde paylarına düşen bedava biletleri satarak para dahi kazanırlarmış. İrili ufaklı her takımın böyle belâlı bir taraftar kitlesi mevcut. Sair zamanda ne iş yaparlar, neyle geçinirler; içlerinde evli-barklı olanların çocuğu, "baban ne iş yapıyor" sualine nasıl cevap verir bilinmez (Gazetelerimizin spor yöneticileri bu konulara pek girmezler, çekindiklerinden midir bilmem, halbuki tam araştırmacı gazetecilik konusudur.); onlar "iktidar"a, seyircilerle oyuncuları birbirinden ayıran parmaklıkların öte tarafından ellerini uzatarak dokunmaya çalışırlar. Gazetelerin spor servisleri üzerinde etkili oldukları biliniyor zaten, hatta kendi aralarında dayanışma kooperatifine benzer örgütlenmelere de giderek, internet siteleriyle resmen baskı grubu halini almış durumdalar.
Bunlardan birkaçı, uçağın içindeki futbolcuyu dövmeye kalkışmış; rezâlet! Hadiseden sonra araya girip işi yatıştırmaya kalkışan yöneticinin tavrı ise rezâleti, katmerli eğlenceliğe çeviriyor. Osmanlılarda Ulemâ veya sair yüksek bürokrat zümrelerinin de böyle ayak takımından oluşan bir "taban" kuvvetleri vardı. İçlerinden geçeni açık söylemek yerine taban aracılığı ile seslendirmeyi tercih ederlerdi. Pek çok yeniçeri ayaklanmasında, esnaf ve işsiz takımının da katıldığı böyle garip "tavan-taban" işbirliğinin açık izleri vardır. Monarşiden temsili demokrasiye geçmekle güç oyunlarının mahiyeti değişmiyor; siyaseti ve iktidar mücadelesini bir de bu pencereden seyretmeyi denerseniz eğlenirsiniz, garanti!
Futbol Federasyonu seçimleri işte bu bakış açısıyla tam festivaldi meselâ; sanki çok mühim hadiseymiş gibi naklen yayınlanan seçim kulislerini seyrederken canım fena halde çekirdek çıtlatmak çekti nedense. Adam üç dakikalık konuşmasının orta yerine engelliler için spor vaadini yerleştirince bir mânâ veremedimse de "bakalım ardından ne çıkacak" diye keyiflendim; meğer engelliler için sporun seçimde dört oyu varmış!
Siz olsanız gülmez miydiniz?
Küçük bir hatırlatma; kendinden söz ederken üçüncü tekil şahıs sigâsı kullananlara dikkat ediniz; kazanan başkan adayı hep öyle atıfta bulundu kendisine. Özgüven fazlalığı bir maraz mıdır; psikolog arkadaşlara sormak lâzım.
Meseleyi ve örnekleri çeşitlendirmek mümkün; kıssanın hissesi şudur bence: Oyuncu yerine iyi seyirci olmanın da teselli-bahş bir yanı vardır. "Gördüm ve imâ ile geçiyorum" demenin zevkine, "farkındayım ama aldırmıyorum" diyebilmenin keyfini ilâve etmek az şey sayılmaz çünkü insanlar iktidar peşinde hırsla koşarken kaçınılmaz şekilde maskelerini bir kenara bırakıyor ve asli tabiatlarına dönüyorlar. Muktedirliğin bedeli çıplak kalmaktır, ödülü ise iktidar hazzı; seyirci olarak kalmak -hele ihtiyâri ise, bile isteye tercih edilmişse- daha kârlı ve eğlenceli.
Seyirciliği küçümsemeyin; Yunan tiyatrolarının duvarlarında şöyle yazıldığını duymuştum: "Ahlaksızlığı gülerek cezalandırıyoruz!"