Benim şairim
Şiir üst dildir; sıradan, bildiğimiz, başka çerçeveler içinde farkına varmadan kullanıp telaffuz ettiğimiz kelimeler, ancak bir şairin zihnî rafinerisinde işlenip özel bir şekilde sıralandıktan sonra olağanüstü bir musiki ve mânâya bürünür.
Müteşairlere, “Ben de yazabilirim” kolaylığını vadeden bir câzibesi var şiirin. Şairler bu yüzden saygı ve hayranlık görür; hele bir “Dâvâ” bayraktarı ise gündelik şahsiyetinden sıyrılıp bayraktar, bir sembol isim haline gelir. Üst dile tasarruf kudretine haiz olanları insanlar, zamanla “Üst insan” rolünü lâyık görürler, kendileri bunu hiç dilememiş bile olsa... Şairlerin “güvenilmezlikleri” problemi de buradan başlıyor işte; şiirinin kaynağını ve mâhiyetini doğru yere koyamadığı için kendi şiirinin evreninde yaşayan bazı şairlerin Ontolojik vehimleri de katlanmaz oluyor.
Sözle hayat arasındaki hava boşlukları, tereddüd ve çelişkiler sadece üst dili tasarruf imtiyazını haiz olanlara değil, hepimize dair. Söylediklerimizle yaptıklarımız ne kadar örtüşüyor? Kendimiz için affedilebilir saydığımız insânî kusurlar, sıra söz bayraktarlarına gelince irili ufaklı sukût-ı hayâl depremlerine yol açıyor. Necip Fâzıl’ın bazı zaaflarını konuşuyoruz. Pek gizli saklı tarafı yoktu; meraklısı da bilir zaten, önceden de yayınlanmış, tartışılmıştı. Para kavramını algılayışında şahsına mahsus bir yaklaşımı varmış Üstâd’ın; bu yaklaşımı ben hâlâ yadırgarım fakat en az yirmi yılını Bâbıâli’de onun civarında geçirmiş ve çoğunlukla para veren taraf durumundaki bir ağabeyim şöyle söyledi geçenlerde,
-Sen yadırgıyorsun ama ben bugün sağ olup iki mislini istese, imkânım da olsa yine tereddüd etmeden verirdim o parayı. Hiç pişman olmadım ki. O günlerde inanan insanların öyle bir rûhî ve mânevî çöküntüsünü onarmıştır ki, parayla ölçülmez!
Bu fikre büyük saygı duyuyor, anlıyorum ama yine de yadırgamaktan kendimi alamıyorum. Akçalı işlerin miyâr değeri yüksektir. Bildiğim, vâsıtaların hedefler kadar temiz, meşrû ve doğru olması gerektiğidir. Benim için Necip Fâzıl iyi şair, cerbezeli bir nâsir ve inandığı şey uğrunda kelle koltukta mücadeleden çekinmeyen bir cesur karakter olarak saygıya lâyık bir hâtıra; onun için açtığım sempati parantezinin içinde sadece bunlar var. Yadırgıyor ama yargılamıyorum.
Eğer insanları her şeyiyle sevdiği şairlere göre târif etme mecburiyeti olsaydı, kendimi Âkifçi sayardım. Şu anda masamın karşısında onun son günlerini geçirdiği hastane odasındaki yatağında sadece kendisinin gördüğü bir muhayyel yere bakarken çekilmiş fotoğrafına bakıyorum (Bu fotoğrafın bir sûretini hediye etmek nezaketi gösteren Yusuf Çağlar kardeşim sağolsun). Sıradan bir karyola, sırtında alelâde çizgili bir hasta gömleği, işte o benim şairim... Tercihimin tek sebebi var: Şahsiyet metâneti! Bir ömrü mânidar kılacak en büyük zafer. Zafer, kaygan bir mefhum; Mehmed Âkif bana göre her ahlâkçı gibi zafer değil, sefer adamıydı. İnsanlar zaferleri hatırlar ve tebcîl ederler oysa ki, bâkî kalan zaferler değil seferlerdir. Hiç zafer kazanmadan seferîlikle geçirilmiş bir ömür de tebcîle değer. Seferîlik, günün en sıradan ânında bile doğru-yanlış terazisini dik tutmak, “Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak” ve “hep öyle kalabilmek” cehdidir.
Not: “Yol Ayrımı” dizisi için TRT’ye teşekkür borçluyuz. Ciddi emek ve gayret harcandığı anlaşılan bu seviyeli dizi takdiri hak ediyor. Karakterler, mekânlar iyi seçilmiş. Kemal Tahir’in lisanına da pek müdahale yok. Sadece M. Kemal, İnönü, Fethi Bey gibi tarihi karakterlerin repliklerinde tatsız bir müsâmere edâsı görünüyor, belki sözün anlamına girmeden ezberden doğan bir teatral durum. Emek verenleri kutluyor, diziyi dikkatinize arz ediyorum.