'Ben' meselesi!
Akademik tezlerin veya ilmî kitapların önsöz kısmında o türlü fiil çekimini gördüğümde hep yadırgadığımı hatırlıyorum. Şöyle oluyordu: Araştırmacı veya yazar, eserinde neyi, nasıl ve niçin yaptığını okuyucuya izah ederken “ben” yerine, ısrarla hep “biz” sigasını tercih ediyordu: “Biz bu çalışmamızda, şu türde kaynakları tarayarak, şu gibi sonuçlara ulaştık; araştırmamızda bu noktaları dikkate aldık ve gördük ki...” şeklinde tertib edilen cümleleri gördükçe hemen eserin kaç kişi tarafından yazıldığını kontrol etmek ihtiyacı duymuşumdur. Bazı eserlerin birden çok müellifi vardır ve bu gibi eserlerde ortaklaşa bir zamir kullanmak gerekli olabilir. Ama hayır! Yazar bir kişiden ibarettir ve ısrarla “biz” sigasını tercih ediyor.
Niçin?
Akla en yatkın gelen ihtimâl, yazarın mahviyetkârlık göstererek, yani benliğini tevazu ile alçaltıp küçümseyerek, bu çalışmayı sunduğu kişiler nezdinde kendisinin ilmî ve fikrî bakımdan ne kadar önemsiz biri olduğunu vurgulaması oluyor.
İşte o günlerde “niçin biz sigasıyla yazıyorlar” sorusunu yönelttiğim kişiler bana şöyle demişlerdi:
-Bu, akademik bir gelenektir. Bir araştırmacı, henüz yolun başında olduğu için hocalarına karşı “ben... ben...” diye, kendini önemseyici bir edâ ile konuşmaktan çekinir, “biz” der ve böylece büyüklerine karşı küstahlık eğilimi içinde olmadığını göstermiş olur!
Bu izah tarzını hiçbir gün tatminkâr bulmadığımı peşinen belirtmek isterim. Küstahlık, kibir, gurur elbette sevimsiz ve menfi sıfatlardır ve sadece yazarların, akademisyenlerin değil, herkesin uzak durması gereken tavırlardır. Fakat “Ben bu meseleyi şöyle gördüğüm için şu şekilde bir metod takib ettim” cümlesindeki “ben” sigasının nasıl olup da kibir ve küstahlık sayılabileceğini hâlâ anlayamam. Fikr-i âcizâneme göre “biz” retoriğine sarılarak kişinin nefsini ednâ göstermesi, ucu riyâya kadar varabilen bir başka türlü kibirdir ve insan hep “biz” sigasını kullanarak da pekâlâ küstahlık ve gurur sergileyici metinler tertipleyebilir.
Sonraki yıllarda öğrencilerimin tezlerine yardımcı olmaya çalışırken bu meseleyle yeniden karşılaştım; öğrencilerimden bazıları “yaptık, ettik, çalıştık, düşündük” gibi hüküm bildiren fiillerle dolu cümleler kuruyorlardı. Onlara hep aynı şekilde takıldığımı hatırlarım:
-Siz mi; kaç kişiniz siz? Ekip çalışması mı yaptınız; eğer öyleyse niçin ekip arkadaşlarının adını kaydetmek lüzumu hissetmedin; ayıp değil mi?
-Ama hocam, bize böyle öğretmişlerdi. Büyüklere karşı “ben” denilmez, ayıptır...
-Niçin ayıp olsun ki?
-Çünkü “ben” demek iyi değil; bende gurur var, nefsaniyet var, kibir var demektir; ben büyüklük taslıyorum, biliyorum demektir, onun için ben demiyorum, biz diyorum.
Onlara sabırla anlatmaya çalışırdım ki, hakiki ve samimi saygı zamire bağlı değildir; metnin veya konuşmanın tamamına sinmiş olması gereken bir edâdır. “Ben” diyerek saygınızı koruyabileceğiniz gibi, “biz” diyerek tekebbür içinde görünebilirsiniz. Zamirlerin günahı yoktur.
Bu izaha akılları yatardı; sonra söze bir başka vadide devam ederdim:
-Kaldı ki bir bilim yazısında eğer birden fazla imza söz konusu değilse “biz” deme hakkınız yoktur. “Biz sigasıyla başlayan her cümlede ben, yazının fikrî sorumluluğundan kaçış eğilimi sezerim; oysaki tadında ve yerinde kullanılmış “ben” sigası, “evet, bu metni ben yazdım, her türlü fikrî ve manevi sorumluluğu bana aittir; sorumlusu benim ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmeye, riskini göğüslemeye hazırım” demektir. Sorumluluğunuzu anonimleştiremezsiniz, sahiplenmek zorundasınız ve bu sizin aile terbiyenize de toplumun görgü kurallarına da aykırı düşmez. Tam aksine, sorumluluk üstlenmek kişiyi olgunlaştırır; hataları sahiplenip kabullenmek erdemi artırır ve sizi bilimde olgunlaştırır.
-Peki, derlerdi, bizim edeb dairesinde “ben” diyebilmemizin yeri ve ölçüsü nedir?
Cevaben anlatmaya çalışırdım ki, benliğimiz sahiplenmemiz gereken hâllere ölçü olabilecek en mühim değer, yapıp ettiklerimizden sorumlu tutulacağımız ânı hatırlamaktır ve bir Müslümanın zihin dünyasında bu ân, Mahşer gününde hesap vereceği dakikadır. Bu ân, kişinin ferdiyeti ile toplumsallığı arasındaki ince dengeyi kurması gereken yerdir!
-Yani nasıl, derlerdi, “nasıl kurulacak o denge hâli?”
-Şöyle: Yapıp ettiklerimizden ötürü Cenab-ı Hakk’a hesap verirken tek başınayız o gün; kimsenin kimseye yardımı dokunamayacağı, ananın evladına, kardeşin kardeşe, akrabanın akrabaya siyânet edemeyeceği müthiş ve dramatik bir sahne. Orada “fert” olmaya mecburuz çünkü başka türlü davranabilmek ve yapıp ettiklerimizin mesuliyetini bir başkasına aktarabilme imkânına sahip değiliz. İşte bizlerin ferdiyetten anlaması gereken, Mahşer gününün hesap yerinde bir insanın tek başına kalakaldığı anda hissettikleri olmalı. Gündelik hayatta ferdiyetin yeri ve sınırları, bu ân hatırlanarak tâyin edilmeli. Sorumluluk gerektiren her yerde “ben” olmalıyız ve zaten başkaca bir çâremiz bulunmuyor; bu öyle bir benlik idrakidir ki, kibirli hâllerimizin hesabı da o faturaya ilâve edilmiş olacaktır. Böyle bir yerde ve anda “biz” olabilmek ihtimâli yok; o noktada bize yardımı olabilecek tek şey, vaktiyle yapıp ettiklerimiz, yani dinî tabirle “amel”lerimiz. Amellerimizi ise aklımızın idaresinde bir ferd olarak şahsen ve yalnız başına gerçekleştiriyoruz; bir başkası tavsiye etmiş olsa bile herhangi bir amelimizin sorumluluğu ferden üstümüzde. Orada “ben” zamirinin içini hakkıyla doldurursak, sair her yerde “biz” diyebilme hakkına da sahibiz demektir. Bir Müslüman kişinin ferdiyetten payına düşen bence budur ve galiba bu, insanın en ağır imtihanıdır. Gündelik hayatta çokluğun arasına karışarak, bir başka mânâda sığınarak ferdiyet sorumluluklarımızdan kaçınamayız; kaçınacak bir yer de yoktur zaten.
-Yani, yani?
-Ferdiyetimizi inşâ ve idrak etmeden herhangi bir çokluğun parçası olmanın kıymeti yoktur; bulunduğumuz topluluk içinde bir mülteci gibi, kanunlardan kaçan bir kaçak gibi yaşamanın ne anlamı var? Fert olmak, Allah indinde kişinin sorumluluklarını üstlenecek derecede kendini kontrol etmesi demektir zaten. Bütün tasavvuf ekolleri, bu yüzden insanın “kendini bilmesi”nden bahsediyorlar; kendini bilen ferd olur ve ferd olduktan sonra herhangi bir topluluğun veya çokluğun mânidar bir üyesi olmaya da hak kazanır. Amerikan parasının üstünde yazılı, “E Pluribus unum” vecizesini bir başka nazarla incelersek aynı nükteyi görür gibi oluruz. Bu söz, bilebildiğimiz kadarıyla lugat itibariyle “çokluğun içindeki teklik” olarak tercüme ediliyor. Bazıları ise bu sözün Eski Ahid’de mevcut bulunan bir ibâre olduğundan hareketle Yahudilerin “seçilmiş halk” olduğuna dair bir imâ gizlediğini, hatta Masonik bir şifre olduğunu ileri sürüyorlar. Mümkündür, fakat çoklukla tek’in ilişkisini işaretlemesi bakımından üzerinde düşünülecek bir söz olduğu muhakkak.
-Öyleyse?..
-Kelime oyunlarıyla tevazu göstermek kolay; hakiki tevazu, insanın Yaratıcısı önünde haddini bilmesi ve bütün varlığa karşı davranışlarını o şuurla yönetip kontrol etmesidir. “Allah korkusu hikmetin başıdır” sözünü hatırla! Bu cümledeki “korku” kelimesinin yerine “idrak”i koy, gerçek mânâsı daha iyi hissedilecektir ve zaten İslâm dilinde Allah korkusu, neticede insanın kendine iyi davranmasına yol açacak bir algı seviyesine işaret eder. Allah’tan lâyıkıyla korkan, yani lâyıkıyla “bilen”in bütün davranışlarının yekûnuna ise “irfan” diyoruz.
-Yani “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” mi?
-Aynen öyle; nefsimizi bileceğiz, tanıyacağız, tabiatını öğreneceğiz ve hatta önemsemek gerektiği raddeye kadar önemseyeceğiz ki başkalarına hayrımız dokunabilsin ve en azından başkalarına zarar vermeyecek derecede kendimizi bilen bir ferd olabilelim.
-Son cümle?
-Hesap gününü hep hatırla; o zamanben ve biz zamirlerinin yerini şaşırmazsın kolay kolay!