Ben akıllı değilim; muhalifim
Öyle anlaşılıyor ki, Lübnan'da kurulacak barış gücüne asker göndermek, PKK ile mücadelenin farklı bir stratejik adımı gibi kabul görmeye başladı; şahsen Başbakan'ın açıklamalarından benim anladığım mânâ budur; "asker göndermezsek ayıp olur, müttefiklerimiz ne der, kendimizle çelişiriz" meâlindeki sözlerin hakikaten gerekli yerlerde müzakere edilmiş ve danışılmış olmasını temenni ediyorum.
Neyse o gerekçe bilmiyorum; tahmin edilebilecek mütalâalar da beni tatmin etmiyor. Lübnan'a asker göndermek, Somali veya Afganistan'daki BM güçlerine katkıda bulunmakla aynı şey değil. İsrail'e bakın; dünyada "terörist devlet" tarifinin içine sığabilecek birkaç ülkeden biri; ötekisi ise toplumsallaştığı ve legal hale geldiği ileri sürülen iki müsellah parti ve bu krizin tarafları barışın gereğini yerine getirmekte dünya kamuoyunu tatmin edebilmiş değiller. Bir tarafta "iki İsrail askerini esir aldık; bunlar kağıttan kaplan, hiçbir şey yapamadılar" diye kasılan bir kompleks kumkuması, öte yanda bırakınız sivilleri ve çocukları, BM binalarını kasden tahrip eden pusulasız ve vitessiz bir politik güç. Yer: Armageddon kehânetinin coğrafyası. Oracıkta Türk askeri de eksik oluversin efendim.
Lübnan'ın BM kontrolüne girmesi veya Mr. Bush'la Mr. Blair'in ileri sürdükleri gibi sivil Lübnan hükümetinin desteklenmesi, İsrail'in çıkarlarını Lübnan'ın ortalarından itibaren savunmaya memur olmaktan başka anlam taşımaz. Bu güce katkıda bulunmayı, "insanî vecîbe" hükmünde saymamakta mâzuruz; "politik vecîbe"dir, daha doğrusu ABD yönetiminin düşman listesine yazılmak endişesi.
"Şevket" sadece Arap dünyasında kaybolan bir haslet değil demek ki; biz de hayli irtifa kaybetmişiz.
Mr. Blair ve Bush, dünyanın seyrettiği televizyon konuşmalarında hiç de iknâ edici değillerdi. BM güçlerini İsrail'in uzak korumasına tahsis etmek, İsrail ve ABD açısından kullanışlı bir taktik olabilir ama biz meseleyi böyle değerlendirmek, onların gerekçelerine "amin" demek zorunda değiliz. ABD ve İngiltere, Türkiye'nin bölgede etkili devlet sıfatına bugüne kadar riayetkâr davranmadılar. Düşünülmelidir ki İsrail kara birliklerinin son harekâtta verdiği insan kaybını biz, kimin imâlatı ve fitnesi olduğunu hâlâ bilemediğimiz uzaktan kontrollü mayınlar yüzünden -üstelik fazlasıyla- vermiş bulunmaktayız; insanda "şantaj" şüphesi uyandıran suikastler bunlar. Nedir bu; TBMM'ye bile danışmadan Lübnan'a asker gönderme kararında bu kadar acûl davranmakla acaba kendi sınırlarımız içindeki PKK tandanslı (!) suikastlerin sona ereceğini mi ümid etmekteyiz?
Bölgenin kaderini ve geleceğini ilgilendiren kararlarda hassaten dışlanan, burnunun dibindeki Irak'ın lime lime edilmesine müdahil olamayan bir Türkiye'nin Lübnan'da asker bulundurmasıyla hangi avantajları kazanacağına bizi kim inandıracak? Bölgedeki her değişiklik aleyhimize tecelli etmekteyken oralarda askeri hizmet sektöründe vazife üstlenmekten ötürü kimsenin onur duyacağını zannetmiyorum.
Halimiz seyircilik hali, tavrımız onaylayıcılık tavrı, bölgede makamımız dış kapının mandalı makamıdır. İç kavgalarda pek bir millici, ulusalcı, Atatürkçü ve yurtsever geçinenlerimiz nedense ABD'nin kaba-saba ve ikna edici olmaktan ziyade asap bozucu kararları karşısında seyirci, onaylayıcı ve hınk deyici bir mevkiide munis bir mektep talebesi gibi sükûtu tercih ediyorlar. Çünkü iç meselelerde -çok fonksiyonlu İsviçre çakıları gibi- bin bir işe yarayan Atatürkçülük, laiklik, "biz bu vatanı yolda bulmadık; kimseye yedirmeyiz" edebiyatları, sınırlarımızdan öteye yarım metre geçince işe yaramaz hale geliveriyor. Çok daralıp bunaldıklarında ise, "akıllı olalım; ABD ile ortak hareket edelim" diye işmar ediyorlar.
Akıllı olacakmışız; ayol sizin akıl dediğiniz, "ya kırk katır, ya kırk satır" dayatmasıdır; görmüyor musunuz?
Ben akıllı filan değilim; muhalifim!