Başkalarının çocuğu; bizim çocuğumuz
Eskiden kısaca “Yurt” denirdi, çocuk yurdu; şimdi adı değişti; “Bakım ve sosyal rehabilitasyon merkezi” deniliyor.
Sınıflarımızda “yurt”tan arkadaşlar olurdu bazen; farklıydılar. Onları farklı kılan şeyin ne olduğunu hepimiz bilir ama bahsini etmezdik. Onlar ebeveynlerinin sıkıntılarından ötürü kendi evlerinde barınma şansı kalmamış ve bu yüzden devletin himâye altına aldığı arkadaşlarımızdı. Farkımız ailelerimizdi; her birimizin bir ailesi vardı, onların yoktu; onların ailesi yurt, ebevyni yöneticileriydi, devletti.
Derler ki hiçbir yetiştirme yurdu, ailenin yerini tutamaz; hüküm doğru. Aslına bakılırsa devletin hiç bulaşmaması gereken tek alan, tek sektör belki de çocuk yetiştirmek, onlara ebeveynlik etmektir ama mecburiyettir, kaçınılamaz bir görevdir. Sosyal devlet ilkesi, devlete “kimsesizlerin kimsesi” olmak görevini yüklemiştir.
“Himâye-i etfâl”, yani çocukların korunması ve esirgenmesi Cumhuriyet’ten öncesine kadar giden bir kamu görevidir. Daha önceleri aynı ihtiyacın, toplumun tabii dokusu içinde, sivil dayanışma çerçevesinde halledildiğini biliyoruz. Modern devlet sorumlulukları ve yetkileri genişlemiş bir devlet modeli olarak bu gibi hizmetleri üstlenmek zorundaydı; bunun en görünür örneği, son otuz yıl içinde hemen her şehre yayılan, hatta özel sektöre dahi açılan yaşlıların barınma yurtlarıdır; nâm-ı diğer huzurevleri...
“BÖYLE KÖTÜ ŞEYLER, BİZİM ÇOCUĞUMUZUN BAŞINA GELMEZ!”
Geçen hafta, eski adıyla yetiştirme yurtlarında yaşanan kötü bir olay gündeme geldi. Kemerburgaz’daki Ağaçlı Sosyal Rehabilitasyon Merkezi’nden kaçtıkları öne sürülen iki kız çocuğu, ikisi uzman çavuş biri astsubay üç kişi tarafından alıkonulup kötü muameleye ve cinsî istismara mâruz bırakıldılar. Kızların ikisi de 15 yaşından küçüktü ve kötü muamele gördükleri için yurttan kaçtıklarını söylediler. Yakalanan zanlılar, kızların kendi istekleriyle yanlarında bulunduklarını, yurtta işkence gördükleri için kaçmak zorunda kaldıklarını, fırsat bulunca yine kaçacaklarını ileri sürdüler.
Bu hadisedeki zanlıların asker kişiler olmalarının özel bir anlamı yok. Kezâ, sayıları belki de yüzü geçen yetiştirme yurtlarında bu gibi can yakıcı hadiselerin anlamlı bir öbek teşkil edecek derecede yoğunlaşmış olamayacağını da biliyoruz. Ne var ki sayıca az diye görmezden gelmek, bu gibi hâllerde hep yapıldığı gibi, “Kendini bilmeyen, görevini kötüye kullanan birkaç kamu görevlisinin ihmâli” açıklamasıyla rezâleti savuşturmak ne kadar doğru?
Böyle hadiseler evet, çok sık vukû bulmuyor; belki istatistiklerde kemiyet teşkil etmeyecek kadar az ama öyle bir toplumsal sorumluluk yüklüyor ki omuzlarımıza, her türlü istatistiği geçersiz, her nevi kandırmacayı nefsimizde butlân ile mâlul bırakıyor. Bize ait olması gereken bir meseleyi -veya utancı demeliyiz-, modern devletin kucağına atıp bakışlarımızı kendi ailemize yöneltiyoruz; biz iyiyiz, biz mutluyuz ve o çocuklar netice itibariyle bizim çocuklarımız değiller!
İğneyi kendimize, çuvaldızı başkalarına batıralım: Yetiştirme yurtları, bizim yan gözle baktığımız, görmemeye çalıştığımız, “Bu çocuklarla devlet ilgileniyor; biz de vergilerimizi veriyoruz; öyleyse sorumlulukları üzerimizde değildir” diye kendimizi avutup kandırdığımız kurumlar. Çoğumuzda, “Bizim başımıza böyle bir şey gelmez” inancı var; kör bir inanç.
DEVLETİN “BABA”LIĞI BERBAT; YA ANNELİĞİ?
Devletin konuyu savsakladığını söyleyebilir miyiz? Mümkün değil: Türkiye’de bu gibi kurumlarda çalışacak uzman kişileri yetiştirmek amacıyla 1961’de Sosyal Hizmetler Akademisi kuruldu ve bu kurum hâlâ faaliyette. Kaldı ki pek çok üniversitemizde bakıma ve ilgiye muhtaç çocuklar, gençler, yaşlılar ve engellilere hizmet götürecek eğitim alanlarında eleman yetiştiriliyor. Devletin sosyal hizmetlerinin bir araya getirilerek bir Devlet Bakanlığı bünyesinde birleştirilmesi de son derece olumlu.
Devlet konuyu savsaklamıyor; devlet elinden gelebileni, gücünün yettiği kadarını yerine getiriyor ama işin tabiatındaki eksiklik sebebiyle seyrek de olsa kötü olaylarla karşılaşıyoruz. Hattâ şöyle denilebilir: “Bu kadar aksaklık dünyanın her yerinde görülebilir... Tabiattaki eksiklikten kastımızı izah ettik: çünkü dünyanın en güçlü, en müşfik, en yumuşak ve anlayışlı devleti bile çocuğu sahiplenmekte bir ailenin yerini tutamaz.”
Bu gibi hâller için söylenen o çaresizlik vecizesini tekrarlayacak mıyız: Doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor!
GÖNÜLLÜ AİLE PROJESİNE DESTEK OLALIM
Hayır, yapmak gereken en azından bir şey daha var; sürekli ilgi ve gözetim. Sosyal problemlerimizi bir halının altına küreleyip görmezden gelmek yerine toplumsal dikkatleri üzerinde yoğunlaştırmak, meseleyi elbette kökten çözmez fakat talihsiz olayların sayısını azaltıp bu gibi yerlerde çalışan kamu görevlilerinin işlerini kolaylaştırabilir. Mesela pek çok vilâyetimizde, yetiştirme yurtlarında barınan özellikle kız öğrenciler için gönüllü aile projesi uygulanıyor. Bu proje şöyle işliyor: Durumu uygun çocuklar, koğuş nizamında işleyen yurt ortamından ayrı, gözetim altındaki evlere yerleştirilerek bir mânâda kendi evleri, kendi yuvaları ve aileleri imiş gibi rehabilite edilmeleri arzulanıyor. Bunun haricinde çocuklar, gönüllü aileler tarafından belli günlerde evlerinde, tabii aile ortamlarında misafir ediliyor; kezâ okullarında da ziyaret tekrarlanıyor. Böylece çocukların aile özlemlerinin karşılanması, aile rol kalıplarının gerçek aile ortamında öğrenilmesi, sosyal inanç ve değerlerin kazandırılması amaçlanıyor. Çocuklar, veliliklerini üstlenen ailelerin ilgisini hissederek unutulmuş duygusundan uzaklaşıyorlar. Pek çok yerde, özellikle duyarlı vali hanımlarının önderliğinde gönüllü ailelik projesi hayat buluyor.
Çâre midir? Elbette tek başına çâre değildir fakat anlamlı ve hayırlı bir “şey”dir; en azından “Zekâtımı verdim, vergimi ödedim, hayır kuruluşlarına da yardım yapıyorum” değerlendirmesiyle vicdanımızın kanaması gereken yerlerine geçici pansuman yapmak çâresizliğinden daha iyi bir davranıştır.
KENDİ AİLESİNE KARŞI MELEK, BAŞKALARININ ÇOCUKLARINA KARŞI CANAVAR!
Yetiştirme yurtlarında yaşanan kötü olaylara uzaydan gelen yaratıklar sebebiyet vermiyor; karşılaştıkça merhabalaştığımız, sair zamanda iyi insan diye tanıdığımız, ailesine, evine düşkün insanların dahli veya kusuruyla oluyor olanlar. Evet, bu dehşet verici bir şey. Kendi çocuğunu esirgemekte bazen patoloji derecesinde titizlik ve davranış bozukluğu gösteren kişilerin, “Başkalarının çocuğu” söz konusu olunca duyarsızlaşabilmesi, insanın derinliklerinde uyuyan vahşi tarafımızdan bir boyuttur sanki.
Canavarlık eğilimlerine karşı alabileceğimiz en iyi tedbir, toplumsallaşmak; çocuklarımızı her an gözlenebilir, denetlenebilir bir ilgi merkezinin içinde tutmak.
Başkalarının çocuğu diye bir şey yok aslında. Telef olan, ziyâna uğrayan her çocuk, her genç mânen bizim de sorumluluk çerçevemize girer.