Başbakan bunu hak etmemişti

Bugünlerde kim Önder Aytaç’ın yerinde olmak ister? Muhtemelen coşkun tabiatının verdiği heyecanla Twitter hesabı üzerinden Başbakan’a yönelttiği hiç de hoş olmayan eleştiriler yüzünden işinden oldu Önder Aytaç; öğretim üyesi olarak görev yaptığı Polis Akademisi’nden apar-topar uzaklaştırıldı.

O kelimelerin savunulacak, tevil edilecek tarafı yok. Çok üzüldüm, samimi olarak üzüldüm çünkü dostluk ve arkadaşlık üslûbu ile yazı tarzı birbirinden ayrı iki ayrı dünya gibi farklı duruyor. Güler yüzlü, saygılı, efendi tabiatlı bir insanın yazı hayatında bu derece sertleşebildiğini farketmek çok şaşırtıcı. Böyle zor zamanlarda bigânelerin cevrine tahammül etmek belki mümkün ama dostun attığı fiske ona daha ağır gelecek, bu açık.

“Parmaklarım klavye tuşlarına iri geldi, sehven oldu” bahânesinin sadece bir anlamı var: Kendisinin de yaptığı şeyden aslında memnun olmadığı sonucunu çıkarıyorum buradan. Bir nevi pişmanlık belki de. Pişmân olmak, neticeyi değiştirmeyecek olsa bile hatâda ısrardan iyidir. Önder Aytaç’la selâm ve arkadaşlık hukukum var fakat yine de onu eleştireceğim ve az önce belirttiğim gibi muhtemelen bu tarz sitemler, Aytaç’a muhalefet ettiği çevrelerin bodoslamalarından daha can acıtıcı gelecektir. Keşke Başbakan’a muhalefeti, her hâl ü kârda savunulabilir, nâzik bir çerçevede kalabilseydi; keşke eleştirenle eleştireni, günün birinde karşılaştıklarında yine selamlaşacak, en azından hal-hatır soracak derece bir insânî mesafe aralığının muhafazasına dikkat gösterilmiş olsaydı.

Şahıs olarak Başbakan’ın, hükmî şahsiyet olarak hükûmetin şüphesiz tenkid edilmesi gereken yönleri var; Türkiye gibi bütün dengeleri itibarıyla bıçağın sırtında yaşayan bir ülkede hükûmet etmek, elbette bazen yanlış yapmayı da kaçınılmazlaştırır. Tenkid gerektiren yerde görmezden gelmek meslekî ahlâk zaafıdır; tenkidde kantarın topuzunu kırmak da aynı derecede vahim; bu iki sevimsiz nokta arasında itidal lâzım. Hayır, Başbakan’ı eleştirmenin de üslûp sınırları var; bu kadarını haketmiyor doğrusu.

Önder Aytaç’ın resmen hakaret şeklinde yorumlanabilecek sözlerini ve tabiatından gelen aşırı heyecanını hoş görmek mümkün değil. Hükümete yönelttiği bütün tenkidlerin bütün meâli, daha nezih, daha serinkanlı bir üslûp ile ifade edilebilirdi ve şüphesiz bu edâ daha yapıcı olurdu. Tenkid edilmek kimsenin hoşuna gitmez ama işin içinde samimiyet ve nezâhet görülürse hayra bais olabilir. Galeyan içinde sarfedilmiş galiz sözler, tenkidin özünü nihai tahlilde buharlaştırıyor, anlamsız hale getiriyor.

Yeri gelmişken sosyal medya denilen yayın platformuna da değinmek isterim. Düşüncelerini paylaşmakta sıkıntı çekmeyen basın-yayın dünyası mensuplarının ayrıca Twitter benzeri medyalarda anlık fikir beyan etme ihtiyâcını tâ başından beri anlayabilmiş değilim. Günün her saatinde ve her yerde bir insanın duygu ve düşüncelerini ânında başkalarına duyurabilme imkânı, kağıt üstünde pek parlak bir fikir gibi görünüyor ama böyle tahripkâr yan tesirleri de var. İletişimde hangi yenilikle karşılaştı isek önce kötü fonksiyonuna tâlip oluyoruz, dengeler sonradan geliyor ama zararı pahasına.

Evet, bugünlerde kimse Önder Aytaç’ın yerinde olmak istemez; dostlardan gelen sitemi taşımak ağırdır, etrafındakilerin aniden seyrelmeye başladığını hissetmek acıdır, “Keşke daha sâkin davransaydım, galiba haksızlık ettim” düşüncesiyle yaşamak da kolay değil; üstelik bu gibi sıkıntılı zamanlarda kraldan çok kralcı geçinenlerin, “Evine ekmek bile götüremesin” gayzıyla linçe katıldıklarını görmek çok daha zor olsa gerektir.

Başkalarını bilmem; benim kendi adıma bu hadiseden çıkardığım ders şu oldu: Çok ağır bir tenkid bile olsa, bir fikri ifade etmenin üslûp bakımından çok sayıda seçeneği var. Heyecana ve öfkeye yenik düşüp işi hakarete vardırmak tenkidi köreltiyor, hakarete uğrayanı ise mağdur mevkiine getiriyor ve kimse hata yapmak riskinden azâde değil. Keşke şu sevimsiz hadise hiç yaşanmasaydı. Baştaki sorunun cevabı belli: Kimse!


Kaynak (Arşiv)