Barış için dua edelim
İki kabilenin, iki topluluğun, iki ordunun hatta iki milletin gırtlaklaşmasını makul gösterecek hangi güçlü sebep vardır? Bir harbin gerçek sebeplerini anlamaya çalışmakla passivist olmak arasında hayli belirgin bir fark bulunuyor. Harp total bir dövüş. Şehirli terbiyesinde kavgaya tevessül ayıplanır; özel hukuk, saldırganlığın her neviini mahkum eder; barış halinde bir şahsın diğerini darp etmesi, sözle ve fiille zarar vermesi hatta maddi ve manevi çıkarlarını zarara uğratması bile inceden inceye kovuşturulur, hatta bazı fiiller, mağdurun şikayetine bağlı olmaksızın kamu otoritesi namına re'sen izlenir; ama savaş halinde iki taraf, birbirini mahvetmek için çılgınca davranır. Sadece cephedeki profesyonel ve eğitimli savaşçılar değil, cephe gerisindeki masum insanlar bile asla kovuşturmaya tabi kalmaksızın katliama uğratılır.
Dünyanın bütün harplerinde taraflar, savaşın haklı gerekçelerine ve harbin kaçınılmazlığına iman ederek birbirlerine silah çektiler. Harp devam ettikçe harbin gündelik gelişmeleri, harbin ilk sebebini besler ve bir müddet sonra ortada sebep de kalmayıverir. Harplerin irrasyonel tarafını, barışlar vurgular. Hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan ve süren çatışmalar, "vade"si gelince sonra eriverir. Öldürenler niçin elini kana buladıklarını ve sakat kalanlar niçin yarım kaldıklarını anlamaya fırsat bulamadan iki topluluğun savaşma arzusu söndürülür. İnsanlardan pek azı o anda, "Bu savaş hiç çıkmasa olmaz mıydı?" diye düşünür.
Kayıtsız şartsız passivizmi savunmamı pratik bir gerekçe engelliyor; ben, tarih usulünü, tarih felsefesini ve tarihin ne idüğünü zihnen problem edinmiş bir insanım; disipliner bakış açım bana insanlığın savaşsız edemeyeceğini hatırlatıyor. Akarsu yataklarındaki küçük engellerin sele maruz kaldığında ister istemez değişime uğramaları gibi savaşlar da dünyanın çehresini değiştiren, büyük dönüşümleri başlatan ve sona erdiren bir ortak üslup olarak dikkat çekiyor. Roma İmparatorluğu'nu tehdit eden "barbar" kavimlerle, İkinci Dünya Savaşı'nda çarpışan taraflar arasında savaş üslubu bakımından hiçbir fark yok. Günümüzde savaş ne kadar tenkide uğrasa, "medeni" veya henüz doğru-dürüst medenileşmemiş toplumlarda savaş düşüncesi ne kadar inceden inceye tenkit edilse de 21. yüzyılın savaşsız geçmeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Savaş fikrini aşamamış ve asla aşamıyacak olmak, acı da olsa bir gerçek ve bu gerçek dünyanın irili ufaklı, gelişmiş-gelişmekte olan, güçlü-zayıf her topluluğunu savaşa hazır olmak için akıl almaz harcamalarda bulunmaya sevk ediyor. Bir yılda dünya ekonomisinin savunma giderlerine ayırdığı kaynaklarla ne kadar okul, sağlık hizmeti, alt yapı hizmetleri hatta açlıkla savaşan toplulukların derdine ilaç olunabileceğine dair tahlilleri siz de okumuş olmalısınız. Bilinen sebepleri ve sonuçları ile savaş vakıasının altına bir yekun hattı çekildiğinde şöyle bir hakikat çıkıyor ortaya: Savaş makulleştirilmiş bir cinnet halidir. Herkes savaş aleyhtarıdır ama -benim de paylaştığım o ortak kabule göre- savaşın da kaçınılmazlaştığı, hatta kudsi bir vazife haline büründüğü anlar da vardır.
Katıksız ve tutarlı bir savaş aleyhtarı olmak için, bir başka güç tarafından asla tehdide uğramayacağımıza dair çok inandırıcı tarzda ikna edilmek gerekiyor. Bugünün dünyası, insanların ve toplumların kendini emniyette hissetmesi açısından -mesela- Orta Çağ'dan ne kadar güvenilir bir seviyeye ulaşabilmiştir ki?
"Savaşlara son verecek savaş" aldatmacası artık kimseye inandırıcı görünmüyor; "caydırıcılık" kavramı, "saldırmazlık"ı her defasında dövüyor. Yine makulleştirilmiş bir cinnet iklimine doğru paldır-küldür ilerliyoruz. İnisiyatifimiz sıfır; böyle hallerde dua etmek kadar pozitif bir eylem var mı?
Barış için dua edelim; yapabileceğimiz sadece bu!