Bari markayı kurtarın
Ekonomiden anlayanlara göre marka değeri kavramı, bir markanın kullanımdan sağlanabilecek bütün finans girdilerinin, an itibariyle değeri demekmiş. Ana faaliyeti kâra yönelik olmayan sair kurum ve kuruluşlar için marka değerini kısaca “itibar” veya güvenilirlik diye tercüme edebiliriz zannediyorum.
2001 krizinden sonra Türk ekonomisinin marka değeri (veya itibarı) dibe vurmak üzereydi; durumu İMF’den transfer ettiğimiz Kemal Derviş’in sert reçeteleri toparladı. Ardından AKP hükûmetleri, mali disiplini devam ettirerek Türkiye’nin borçlanma ve ahde vefa bakımından güvenilirliğini artırdılar. Bugünlerde aynı yönetim, esnafını, küçük üreticisini, sanayicisini, orta boy firmalarını ve hatta bankalarını fişleyip mali denetim ve vergi cezasıyla korkutarak iğne ucuyla biriktirdiği kepçeyle harcıyor.
Hükümetlerin de marka değeri vardır; üç-dört yıl önce Türkiye, İslâmi kimliğiyle demokratik standartları yükseltme kararlılığında parlayan bir yıldızdı. Şimdiki halini tasvire lüzum yok; batılı başkentlerin itibarlı gazetelerinde TC Hükûmeti, en kibar tabirle belirsizlik kaynağı diye niteleniyor. “İslâm sosyetesi”ndeki itibarımızın yerinde ise bugün soğuk yeller esmekte.
AKP, “altın beyinli adam” hikâyesinde anlatıldığı üzere “Ebedî şef”inin şahsî ikbal hesapları yüzünden rehin aldığı bir kuruluş durumundadır ki bu durum bana, gecekondusunu yıkmaya gelen belediye ekiplerini, dama çıkıp evlâdını öldürmekle tehdit eden babanın çaresizliğini hatırlatıyor; bu partinin kendini yenilemek, yeni reform politikaları geliştirmek ve parti içi demokrasiyi işletmek kabiliyeti ölçülebilir olmaktan çıktı. Girdiği her seçimi kazanan lider gerçeği, partiyi tek parti günlerinin CHP’sine benzetti. AKP, Türkiye’yi yüzyılın ortalarına taşıyabilecek bir enerjiye sahipken, binbir emekle kazanılmış “marka değeri”ni bir yolsuzluk soruşturmasını küllemek uğruna har vurup harman savuruyor. Ebedî ve tabii şefinin yokluğunda bu partinin nasıl bir çizgi izleyeceği sualine, partizanların dışında kimse berrak bir cevap veremez. “Partinin marka değeri mi olurmuş, git işine” diye düşünenleri vaktiyle DYP ve ANAP gibi merkez sağ partilerini hatırlatmak isterim ayrıca; onlar ki vaktin beyleri idiler...
Kezâ hükûmet, havuza katarak partizanlaştırdığı gazetelerin de marka değerini küçülttü ve günün birinde bağımsız bir yayın organı olarak ayakta durabilmek reflekslerini, meslekî davranışlarını köreltti. Devletin resmi yayın ve haber kuruluşları parti bülteni hüviyetine sokularak değersizleştirildi. Kuruluş amaçlarına ve hukuka uygun işlediğinde ülkeye soluk aldıran TMSF, BDDK, RTÜK vb. gibi kurumlar, iktidara angaje görüntüsü vererek itibarlarını aşındırdılar; hatta TFF bile, gülünç yönetim yaklaşımlarıyla kendine “olsa da olur, olmasa da...” makamında bir rol biçerek futbolumuzun marka değerini hırpaladı. Bunun tek istisnâsı Merkez Bankası oldu; fazlaca piyasa tesirlerine açık olduğu için millî banka, itibarsızlaşmaya karşı direnç gösterebiliyor.
Milli Eğitimimizin esasen efsânevi bir itibarı filan yoktu; yine de ardarda reformlar yapılmak suretiyle eğitim işlerine vodvil tadı vermeyi becerdiler (Böyle birkaç reform sonra onun da işi tamamdır!). Beynelmilel itibar kazanmış Türk okullarını yabancı ülkelere ihbar edip kapattırmayı, içerdeki okulların avlusundan yol geçirtmeyi kasdetmiyorum; bilakis İHL’lerin itibarını ve ikbâlini yükselteyim derken, bir vakitler mağdur ama gururlu bir imaja sahip İHL’leri tatara-tiriri mevzuu haline getirmeyi nasıl başardık? “İmanlı nesil yetiştireceğiz” diye Caddebostan’daki öğrenciyi metazori Çatalca’ya, Bahçeşehir’dekini Tuzla’ya ışınlayan yönetici dehâ, İmam-Hatipli algısına ne kadar büyük zarar verdiğinin farkında değil. Başörtüsünün başına da aynı şey geldi: Dünün mağdur, mazlum ve mâsumiyet sembolü başörtüsünün bugün insanlara neyi hatırlattığına dair bir kamuoyu araştırması yapılsa, sonuç kısmını okumak istemezdik herhalde...
Şair boşuna, “Bütün renkler kirleniyordu/ Birinciliği beyaza verdiler” dememiş!