Bak hemşehrim!
İstanbul'da kaç kişi yaşıyor; bu sayının hakikatine değme "sayım"lar bile erişemiyor çünkü İstanbul'da yaşayanların mühimce bir kısmı her sayımda, hemşehri derneklerinin düzenlediği özel turlarla köylerine, beldelerine gidip orada sayılmayı ve dolayısıyla "İstanbullu" kimliğini reddi tercih ediyorlar. Kağıt üstündeki rakamla fiili durumun benzemezliği arasındaki mühim farkın ilk sebeplerinden birisi budur.
İstanbul'da yaşayacak, ekmeğinizi orada kazanacak ama İstanbul'u sahiplenmeyeceksiniz.
Yağma yok!
İstanbul'a yerleşmiş iseniz "İstanbulluyum" diyeceksiniz; çocuklarınıza, "aslen filan yerliyiz ama..." ile başlayan cümleler kurmayı öğretmeyeceksiniz. Tamam, hemşehri derneklerinin, vakıflarının pikniklerine gider, memleket türküleri dinler, halay çeker, döner kuyruğunda beklerken, "gözünü sevdiğimin memleketi" edebiyatı yapabilirsiniz ama nerede yaşıyorsanız, o toprağa kök salacaksınız; orayı sahipleneceksiniz. Vergi vereceksiniz, bedel ödeyeceksiniz, "İstanbulluluk nedir" öğrenecek ve öğreteceksiniz. İstanbul'u İstanbul yapan değerleri ciddiye alacak, o değerleri yeniden üreteceksiniz. Böyle yaparsanız asıl memleketinize ihanet etmiş olmazsınız; tam aksine İstanbul'a sadakat göstermiş olursunuz. İstanbul böyle bir fedâkarlığa kerrât ile değer. Sadece yeryüzünün en güzel şehri değil o; iyi ve güzel nâmına bunca zaman içinde neyi yüceltmişsek adı İstanbul olmuş. Öyle bir şehir ki, daha otuz kırk sene öncesine kadar Balkanlar'dan Hind Denizi'ne kadar "İstanbulluluk" son derece yüksek itibar taşıyan bir sıfat, bir aidiyet idi. Bugünün sözde İstanbulluları, İstanbul'u sahiplenmek şuurundan mahrum. İstanbul size iş verdi, para sahibi etti, çevre kazandırdı, akıl öğretti; yetmedi, bâkir köşelerine sizleri misafir edip, yedi ceddinizin düz maaşla bir asırda kazanamayacağı çapta rant menfaatleri ikramında bulundu. İstanbul'dan hep aldınız; İstanbul'a hep yüklendiniz ama karşılığında bedel ödemediniz; onun yerine Anadolu'daki memleketinizin minyatürünü İstanbul'a taşımak gibi garip bir fikir icad ettiniz. O sayıyı unutamıyorum: Esenler'in belediye mıntıkasında köy, kasaba ve sair derneklerinin sayısı üç yüzün üzerinde. Nasıl bir daüssıla duygusudur bu? Madem o kadar aziz idi, madem o kadar suları tatlı, havası bir başka, ekmeği leziz idi, niçin bırakıp da geldiniz efendim? Memleketinize doğru dürüst hayrınız yok, ama artık İstanbul'a hayrınız dokunsun biraz.
Çocuklarınızı alıp, gezdiriniz İstanbul'u; anlatınız, anlatılacak bir şey bilmiyorsanız ayıp değil, öğreniniz. Her gün hoyratça tükettiğiniz şehrin, hoyratça görmezden geldiğiniz, daha doğrusu fark etmediğiniz ayrıntılarına dikkatlerini çekiniz. Sadece müzelerini, tarihî eserlerini, çeşmelerini, mezarlıklarını değil, ağaçlarını da anlatmalısınız çocuklarınıza. İstanbul'un sularını -artık ele geçmiyor olsa bile- ezberden saymalarını tembihleyiniz. Boğaz görmemiş, bugüne kadar karşıya geçmemiş, nice yıldır taksi şoförlüğü yaptığı halde küçücük güzergâhından başka sair semtleri bilmeyen İstanbullu olur mu? "Neresini bilelim hemşehrim, Küçükçekmece'den Kartal'a kadar İstanbul dünya kadar geniş bir yer" diye sızlanma hakkınız yok. İstanbul durduğu yerde azmanlaşmadı; dağını taşını parselleyip hazine arazisine kondu kondururken böyle oldu İstanbul. Sonra tapu aldınız, yol, su elektrik getirttiniz; helâl olsun, oturunuz ama hakkını da veriniz. İstanbul'u doya doya yaşayınız, kahrederek ve kahrolarak değil; tadını çıkarınız, iltifat ve hizmette kusur göstermeyiniz.
İstanbul'da yaşayan herkes kendisini bir uç beyi, bir misyoner gibi hissetmeli, imtiyazlı, bahtlı birisi olduğunu düşünmeli ve kendi hayatında İstanbul'u yeniden üretmenin bir çaresini bulmalı!
Başbakan, İstanbul'un yeni sakinlerinden ikametgâh ilmühaberi soralım derken galiba üç aşağı beş yukarı böyle bir mânâyı murad etmiş olsa gerektir.