Babanızın günlüğünden

Sabah 8.30 sularında telefon çaldı. Deniz randevu istiyormuş. "Onda buyursun" dedim.

Özel doktorum günlük vitamin istihkakımı bir cam kâse içinde getirdi, geçenlerde merak edip saymıştım, 50 civarında hap. "Yav doktor" dedim, "tek tek yutmak zaman alıyor; şöyle aşure gibi yapsanız da kaşıklayıversem". Dedi ki, "aşure gibi kaynatırsak içindeki mineral değerler zayıflar; böyle almalısınız". Gül gibi espri güme gitti!

Bu vitaminler müthiş şeyler sevgili günlük; insanın içinde bin yıl daha yaşama aşkı uyandırıyor; barut, dinamit, TNT, jet benzini karışımı bir şey...

Gazetelere şöyle bir göz attım; durum iyidir. Hayli psikolojik üstünlük kaydettik. Amerikan jetlerinin ihlâli de ilaç gibi geldi doğrusu. Matbuat bir haftadır bununla meşgul.

Dün T hanım ziyarete gelmişti. Tekaüde ayrılıyormuş. "Yıllardır elceğiziyle torunlarına bir hırka bile örememiş bahtsız bir nineyim, artık biraz hayatımı yaşamak istiyorum" diye yakındı. Ben de saf saf emeklilik yaşını 65'ten 95'e çıkaracak bir değişikliğin lüzumundan kapı aralayacaktım. Baktım ki başka bir telden çalıyor, "memleket hizmetlerinizi daima şükranla yadedecektir" filan dedim. Duygulandı. Şapkalarımdan birini imzalayıp verdim, çok mutlu oldu.

Deniz geldi. Yahu bayağı yaşlanmış bu çocuk! Zincirşaapan'da nasıl da masa tenisi, voleybol oynadığını hatırlayınca gözlerim yaşardı. Japonya'dan getirttiğim vitaminlerden bir teneke de ona yollayım dedim ama sonra vazgeçtim; reçetesini vereyim, kendisi getirtsin; yor-yoksul değil ya canım.

Tam hoş-beşe başlayacağız, Memet telefon etti, "Memetçiğim dönerim ben sana" dedim. Deniz vaziyeti çaktı, "aşkolsun Baba, rahat konuşun, yabancı mıyım ben" diye sitem edince mahcub oldum biraz; "Nedir Memetçiğim" dedim, "Olmuyor baba" dedi. "Olmaması olmasından, olması ile olabilmeme ihtimâlinin nısfından daha az evlâ mıdır evlâdım" dedim. Memette ses soluk kesildi, belli ki düşünüyor. "Sen cevap verene kadar ben biraz misafirimle meşgul olayım istersen" dedim. Yine ses gelmedi.

"Ee nasıl gidiyor tertip" diye takıldım Deniz Bey'e; "Allah sizden razı olsun, başımızdan eksik etmesin, dua ve himmetinizle iyiye gidiyor çok şükür" dedi. "Ey'olur ey'olur" dedim. Ben sehpanın üstündeki yapma çiçekleri yana ittim, Deniz de çekmeceden Şam işi sedef kakma tavlayı çıkardı. "Neyine" diye işmar ettim, "Beş artı beş çıkıyor; artık nereyi uygun görürseniz" diye tebessüm etti.

Çok anlayışlı çocuk bu Deniz, fevkalâdenin fevkinde takdir etmişimdir bunu ben hep. Bir ara "gazeteci çocuklara meşrubat filan göndertseniz, kapıda mağdur olmasınlar" diye hatırlatınca içimden bir aferin daha çektim. Niçin; sorumluluk duygusu var çünkü adamda!

Lâf arasında yeni transferlerden memnun olup olmadığını sordum. "Vallahi çok vakit kaybetmişiz" dedi; bu arada sanki dalgınlığa getiriyormuş gibi pullarını kırayım diye açığa yatırıyor. "Nasıl yani" dedim, "çok memnunum, güçlendik, zımba gibi olduk" dedi. Bu arada o üç kırık vermiş, ben de altı kapıyı kapatmıştım. "Mektepler tatiiil" diye takıldım. "Bir gün o da olur inşallah" dedi, bunun ne mânâya geldiğini pek anlayamadım. İyi, hoş fakat bazen böyle kopup gidiyor. Kurutulmuş ısırgan çaylarımızı bitirdikten sonra, "ben gideyim artık, gazetecileri bekletmek olmaz; çıkışta ne söyleyim" diye sordu. "Hiçbir şey söyleme; onlar lazım geleni yakıştırırlar zaten" dedim. "Büyüksün baba" dedi; elime sarıldı, vermedim. O çıkarken telefonu tekrar getirdiler, Memetmiş, "Şimdi ben bu Erkan'ı naapiim yani" diyor. Deniz'e verdiğim cevabın benzerini ona da söyledim, "Hiçbir şey yapma; o zaten gerekeni kendine yapar". Karşıdan gevrek kahkahalar geldi. Pencereye doğru yürüdüm.

Deniz, kapıda gazetecilere, "Türkiye'nin genel durumunu görüştük; faydalı bir fikir alışverişi oldu" diyordu.

Kuşluk zamanında mutad edindiğim güzellik uykusuna yatmadan önce on dakika kadar "Zombiler ölmez" adlı bilimkurgu eserini karıştırdım biraz, yüreğim kıpır kıpır oldu. "Neyse ki tıp ilerliyor" diye mutlandım, uyumuşum.


Kaynak (Arşiv)