Babalar ve evlatları
Kavramları açıp derûnuna bakınca farklı anlamlar da görünüyor. Türk basınının tarikat vâkıasına bakışındaki orientalist yaklaşımı işaretledikten sonra tarikat liderliğinin babadan oğula devrindeki anlamı da teşrih masasına yatırmamak olmaz.
Son tahlilde tarikatın bağlılarını ilgilendiren bir iç mesele gibi değerlendirmek mümkünse de, mânevi bir görevin babadan oğula geçmesi insanda yadırgama hissi uyandırıyor. Bu tür topluluklarda seçim yerine "tayin" veya "mânidar işaret" usûlünün geçerli olduğunu duyardık ama bu defa mumun dibine ışık düşürmesi, bu "devr-i dilârâ-yı demokrasi"de beni hayli şaşırttı.
Günlerdir mânâsız bir mezar yeri tartışması yaşandı. Mâlumu ilâna gerek yok; öldükten sonra nerede yattığımız değil, sağ iken ne yaptığımız mühim. Bizde "şeref'il mekân bi'l-mekîn" anlayışı esastır, yani bir yerin şerefi kendiliğinden menkul değildir, bir mekân orada bulunan ile şeref ve itibar kazanır. Süleymaniye avlusuna defin için siyasi merciler hiç harekete geçirilmeseydi, sıradan bir kabristanda mütevazı bir yer tercih olunsa idi, bu hareket tevazu'a daha yaraşırdı. Cumhurbaşkanımız Sezer'in kararını bu bakımdan isabetli buluyor ve destekliyorum.
Bir siyasi partinin merhum genel başkanının İngiliz bankalarında bir trilyon küsur lira tutarında dövizi çıkmış. Trilyon kelimesi bana artık anlamlı gelmiyor; döviz cinsinden söylendiğinde gerçek büyüklüğü daha iyi kavrayabiliyoruz: Yüz binlerce dolar ve yüz binlerce mark! Söylenildiğine göre bu meblağ, servet beyanında belirtilmemiş. Lider bile olsa bir siyasetçinin bu kadar serveti şahsi tasarruflarıyla biriktirmesi mümkün mü? Ailesinin bu para üzerine yaka-paça mahkemelere düşmesi ise ayrı bir ibret ve hicran vesikası. Merhum pederlerinin emekli ikramiyesi olsa bu ailevi mesele kimseyi ilgilendirmezdi fakat öyle olmadığı anlaşılıyor. Bu paranın nasıl edinildiği hakkında, merhumun yakın ve uzak çevresinde bulunmuş olan pek çok insanın bir kanaati vardır elbette. Bu raddeden sonra bu paranın kanuni varislerine düşen en vakur hareket, babalarının adına bir hayır vakfı tesis ederek yoksullara ve öğrencilere yardım yolunda son kuruşuna kadar harcamaktır. Birisi çıkıp da "Elin parasından sana ne ki akıl veriyorsun?" diye çıkışırsa sûretâ haklı görünür fakat bu tavsiye ile bu hususta söz sahibi olduğu halde fikir mütalaa etmeyen çok sayıda insanın hislerine tercüman olduğuma eminim.
Demek ki yaşarken vakara riayet yetmiyor; "Sadaka-i câriye", yani süreklilik kazanan hayır kavramı çerçevesinde öldükten sonra da vakarı muhafaza için tedbirli bulunmak gerek. Başına gelmeyen bilmez; şöhretli babanın evladı olmak uzaktan göründüğü kadar kolay olmamalı. Cumhurbaşkanının ret gerekçesini okurken Anayasa'nın 10. maddesine bir kere daha baktım; hiçbir sınıf ve zümrenin imtiyaz sahibi olmaması, gerçekte Cumhuriyet'in rûhudur. Sayın Sezer'in bu nükteyi hukukçu olmaktan öte, devlet başkanı sıfatıyla sahiplenmesi çok hoşuma gitti. İnşaallah hep ahdine sâdık kalacaktır.
"Aşiret" başlıklı bir yazı yazmayı düşünmüştüm; geçenlerde Meclis'te hayatını kaybeden milletvekilinin aşiret reisi olduğunu öğrenince bir aşirete mensup olmanın insanda ne gibi bir güven hissi uyandırdığı merakımı uyandırdı. Biz büyük ekseriyete mensup insanların ne aşireti var, ne meşhur bir ailesi, ne vâriyetli bir babası, ne de dar gününde imdâdına seğirtecek bir "lobi"si. Cumhurî idarelerde bu gibi kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyettir, kanunlardır ve hukuk devletidir. Anayasa'nın 10. maddesi rûhuna sadâkatle tatbik edildiğinde ne güzeldir fakat fiiliyatta çok mühimce bir kısmımızın hayat mücadelesi imtiyaz kazanmak yolunda geçiyor. Bu tablo içinde doğuştan imtiyazlıların, kendi gönlüyle sıradan insanların hukukuna tâbi olması gerçek kalibrelerini gösterir.
Başsağlığı: Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Ahmet Kabaklı Bey de rahmete intikal etti. Sevenlerine, yakınlarına ve okuyucularına başsağlığı dilerim; yeri cennet olsun.