“Baba bir hırsız tuttum” meselesi
Geçen hafta bu sütunlarda dile getirilen iyimserlik, kısa zamanda aşındı; ortam yeniden sertleşti.
MGK kararıyla resmileşen irticai faaliyetleri takip direktifinin hâlâ uygulanmakta olduğunun anlaşılması tansiyonu yükseltti. Her ne kadar, “Lâf olsun kabilinden rutin uygulamalardır; gereği yapılmamıştır” denilse de skandalı ortaya çıkaran gazete haberlerinin ağır suç olduğu, hatta vatana ihanet teşkil ettiği iddialarının hükûmet tarafından mahkemeye taşınması karamsarlığımızı artırıyor.
Hükûmet çok ağır bir dille habercileri suçluyor; bu ithamları izah eden başlıca iki yaklaşım var: İlki, 11 yıldan beri iktidarda bulunan AK Parti’nin, temsil ettiği kitlenin arzu ve beklentilerinin aksine toplumu değil, devleti savunma ihtiyacı hissetmeye başlamasıdır.
Devlet elbette son derece ciddi bir kurumdur ama bu “ciddiyet”, bürokrasinin kuytuluklarına mevzilenmiş bürokratik iktidar mensuplarının tarif ettiği türden olmasa gerektir. Her hayati meselede topluma karşı devletin, daha doğrusu bürokratik oligarşinin çıkarlarını savunan türden bir devlet anlayışının artık geride kaldığını ümit ediyorduk, öyle olmadığını görmek hayal kırıklığına sebep oldu. Devlet ciddiyeti bize göre, topluma hizmet etmekle görevli bir kamu organizasyonu olarak devletin, demokratik kurallara uymakta kendini öncelikli hissetmesidir.
Devlet adına işlenen suçları örten bir ciddiyet anlayışını paylaşmak çok zor.
Hükûmetin “Devlet mahremi”, “Devlete karşı işlenen suçlar” hatta “İhanet” gibi ciddi kavramları, biraz da telâş ve acullukla telâffuz etmesini yadırgıyoruz; bu noktada, “Hükûmet, artık bürokratik iktidarın gözüyle bakmaya başladı” şüpheleri yoğunlaşıyor. Oysaki AK Parti’yi toplum nazarında pırıltılı ve ümitvar kılan şey sivil duruşu ve toplumun hukukunu gözeten tavrı idi.
İkinci husus, ilkiyle yakından alâkalı: Bugüne kadar hükûmetler, devletin tam orta yerine mevzilendirilmiş, hikmetinden sual olunmayan, denetlenemeyen ve özellikle siyaset adamlarına karşı mesafeli duran bir resmî istihbarat kurumuyla iş gördüler, daha doğrusu iş görmek zorunda kaldılar. Meselâ Türkiye’nin uğradığı seri darbeler sürecinde MİT’in, hükûmetlere sağlıklı istihbarat vermekten kaçınması unutulmaması gereken bir nottur. Genellikle generallerin müsteşarlığında yönetilen MİT, meclis ve hükûmetten ziyade orduya karşı sorumluluk duyan geleneksel bir yapı içindeydi.
İlk defa bu hükûmet, ılımlı bir geçiş sürecinden sonra müsteşarlığın başına güven duyduğu bir sivil müsteşar atamayı başardığında, hukuk devletini savunan herkes bundan hoşnutluk duymuştu.
Bu hoşnutluğun artık aşındığından söz edilebilir. Ortadoğu ülkeleriyle ilgili projeksiyonların ülkeye hayli ağır maddi ve manevi maliyetler getirmesine ilaveten içe dönük hizmetlerdeki eleştiriler manzaraya kasvetli bir şekil veriyor. İşte tam bu noktada hükûmet-MİT ilişkilerinde -her zaman olduğu gibi- siyaset kanadının yine zararlı çıkmaya başladığını görüyoruz.
Günün birinde “Türkiye’nin AK Partili Yılları” konulu araştırmalar yayımlandıkça Hükûmet-MİT ilişkilerine özel bir fasıl açılacağını şimdiden tahmin edebiliriz.
Bu yakınlaşmadan siyaset dünyasının kârlı çıktığını söylemek için hayli iyimser olmak lâzım.
Önemli bir not
Son günlerin sıcak tartışma konuları, ellerini zevkle ovuşturarak “Yiyin birbirinizi” diye keyiflenen bir zümreyi açığa çıkardı. “Biz vaktiyle hukuk mücadelesi verirken siz seyrediyordunuz, oh olsun” yaklaşımını savunanlar, bir takım elbiselik kumaştan, korsanlama usulüyle kendisine yelek çıkarmaya çalışan “ehil” terzileri hatırlatıyorlar. Bu “mertçe” çabaların içinde, hükûmetle hak mücadelesine girişen camiaya karşı hükûmeti azmettirmeye yönelik bir hesabın varlığı açıkça görünüyor.
Bu fırsatçıları ciddiye alanlar, başta Ergenekon olmak üzere benzeri bütün davaları (ki önemli bir kısmı mahkeme, hatta Yargıtay kararına bağlandı) itibarsızlaştırmak, mahkûmları aklamak, sanki bir nevi kader mahkûmu imiş gibi göstermek için olağanüstü gayret gösteriyorlar.
Olup bitenleri ilgiyle, ibretle seyrediyoruz.