Ayakkabı

Merkez Bankası'nın yeni başkanı için talihsiz bir başlangıç oldu; bankacılık kariyeri yerine kapısının önündeki ayakkabılar konuşuluyor.

Hemen belirtmeliyim ki kapı önüne ayakkabı bırakmak, benim için eşinin başörtüsünden daha ziyade üzerinde durulması, konuşulması gereken bir olgu teşkil ediyor. Türkleri, bir başka açıdan kabaca ikiye ayırmak mümkün: Ayakkabılarını kapı önünde bırakanlar ve "ayakkabı dolabı"na koyanlar.

Evlerinin içinde ayakkabı ile dolaşmayı tercih edenleri sınıflandırmaya dahil etmiyorum; başkalarının evinde de aynı şekilde hareket etmeyi dayatmadıkları sürece kendi tercihleridir.

Apartman nizamında merdiven boşlukları, koridorlar ve bağımsız kat mâliklerine ait kapı girişleri, çatı, bodrum, garaj gibi ortak mülktür; paspas haricinde bırakınız ayakkabıyı, saksı bile konulamaz; en hafifinden komşulara ve sair ziyaretçilere saygısızlıktır. Velev ki apartman değil de bağımsız mülk olsun, fark etmez. Ayakkabının yeri ayakkabı dolabıdır ve ayakkabıları kapı önünde bırakmak, hayat tarzı ile ilgili, şahsi tercihe bağlı bir gösterge değildir. Bir evin "harim"i kapının önünden başlamaz, hudut kapıdır. Elbiseler askılığa, tabaklar kendilerine tahsis edilmiş dolaba, çoraplar çekmecelere, kitaplar kütüphaneye, ayakkabılar da ayakkabılığa konulur. Evin hariminde dilerseniz ayakkabılarınızı televizyon vitrinine koyabilirsiniz; şahsi tercihtir ama kapı önüne bırakmak tercih konusu değildir.

Çok mu önemlidir? Bakış açısına göre değişir ama bence çok önemlidir: Kanuna göre suç değil; nezaketsizlik, komşu haklarına saygısızlık, bir arada yaşama edebine uyumsuzluktur. Bu kötü âdeti pek tabii bir şeymiş gibi devam ettirenlerin sayısı, üzerinde durulmayı hak edecek derecede yüksektir ve bu oran Türkiye'nin dününü, hâlini ve yarınını anlamak ve izah etmekte "olmazsa olmaz" cinsinden bir belirleyiciliğe sahiptir. Mesele doğrudan şehirleşmek ve köylülüğün tasfiyesi ile ilgili: İngiltere'de 17. yüzyılda tamamlanmış bu süreçle, biz 20. asrın ortalarında yüz yüze geldik. Türkiye'de el'an köylülük tasfiye halindedir ve bu sürecin en hararetli, en dirençli demlerini yaşamaktayız.

"Köylü milletin efendisidir" sözü, söylendiği tarihte bir temenniyi seslendiriyordu; bugün "patronaj" anlamında fiili gerçeğe tekabül ediyor. Köylülük, toplumun bütün mevzilerinde derin bir dönüşüm geçiriyor; tarımdan geçinirken, topraktan kopanların sayısı geçen sene itibariyle 1,5 milyonu buldu. Mesele, bu nüfusu şehirde iskân ve istihdamdan ibaret değildir, şehirli ve üretken kılmak meselesidir; hayat tarzı değişikliği problemini fazlaca enerji kaybına yol açmaksızın halletmek davasıdır. Bu konuda herhangi bir siyasi partinin veya ideolojinin doğrudan meselenin kalbine inen bir projeksiyonu yoktur; şüphesiz meselenin farkındadırlar fakat şu süreçte hızla şehirleşen nüfus üzerinden siyaset yürütmek daha maliyetsiz ve kolay olduğu için görmezden gelmeyi tercih etmektedirler. Diğer taraftan şehirleşen nüfus, henüz kendi taleplerini seslendirecek elitler bulmakta zorlanmakta, zihnî bir rekâket, ideolojik bir bulanıklık içinde görünmektedir; bu sınıf, kendi içinden devrimci ve öncü bir parti çıkaramamış, sadece modernleştirme ve refah artırma programlarına bağlı partileri iktidara taşıyarak onlardan yararlanmayı tercih etmiştir ve bu meselenin tabiatına uygun bir seyirdir. Toplumsal dönüşümler tetiklenebilir ama tabii süreçleri daha kısa zamanlara sıkıştırılamaz.

Öyleyse toplum mühendisliğine soyunmak yerine doğruları ve yanlışları sükûnetle vurgulayarak zamanın hakkını vermek lâzım. İşe, kapının önündeki ayakkabıları dolaba koyarak başlayabiliriz.


Kaynak (Arşiv)