Atatürk'e yazık ettik!

Çocuğu henüz ana okuluna giden bir arkadaş anlattı. Cumhuriyet Bayramı ertesinde bir gün babasına Atatürk'ü anlatıyor çocuk "Ülkemizi düşmanlardan kurtardı, o olmasaydı biz de olmazdık, herşeyimizi ona borçluyuz. Atatürk düşmanlarla çarpışırken biber bahçesine düştü ve öldü."

Bu ibârenin ilk kısımları, muallim nesilleri tarafından çocuklarda Atatürk sevgisi uyandırmak için söylenen alışıldık diskura tamamen uyuyor; ama son kısmı hayli farklı. Arkadaş diyor ki: "Bu biber bahçesi de nereden çıktı, diye hayli düşündüm ve neden sonra anladım ki çocuğun zihninde biber bahçesini çağrıştıran şey, Dolmabahçe Sarayı'dır". Çocuk muhayyilesi garip ama çağrışımlar mükemmel; Dolmabahçe'den dolmalık biber bahçesine geçmek için en azından lengüvistik bir illiyet alâkası kurulabilir.

Bir milleti etrafında toplayabilecek derecede güçlü bir lidere duyulan ihtiyacı anlıyor ve paylaşıyorum; Türkiye'de karizmatik liderlik tipinden demokratik liderliğe geçiş sürecinin ortalarında bulunmamıza rağmen özellikle buhranlı zamanlarda güvenip yaslanabileceğimiz, hata yapmayacağına inandığımız, bizim adımıza verdiği kararlarda daima isabet kaydeden bir öndere sahip olmak insana emniyet hissi veriyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olmaktan ötürü kazandığı onur bir yana, milletin siyasî önderi sıfatıyla -çoğu kere abartılarak da olsa- müşterek ve aziz bir sembol haline getirilmesindeki zarureti de kabul ediyorum. Son zamanlarda milletçe bir araya gelebildiğimiz duygu ve düşünce unsurları hayli azalmış bulunuyor. Bilmem iştirak eder misiniz, milli bayramlarda bile pek ortalıkta görülmeyen "milli neş'e ve gurur", son zamanlarda ancak futbol takımlarımızın Avrupaî başarılarından sonra tabii bir duygu patlaması şeklinde hissedilir oldu. Hele siyasî istikrarsızlık, çalkantı ve buhran dönemlerinde millete mânevî destek verebilecek bir müşterek lider ihtiyacı daha iyi hissedilmeye başlandı bana göre. Yaşayanlar arasında, değil Atatürk'ün, İsmet Paşa'nın bile karizmasıyla boy ölçüşebilecek tesellî edici ve güvenilir bir liderimiz hiç olmadı. İşte bu yüzden Atatürk sevgisinin, Atatürk hayranlığının, bütün bir milletin bağımsızlık ve saadet ideallerini tek başına temsil edebilecek bir insana duyulan ihtiyacın eskidiğine inanmıyorum. Gerçek mânâda siyasî liderliğin râyici hiç geçmeyecek. Toplumlar, demokratik kültürden yana ne kadar hissedar olsalar bile çok kritik ve buhranlı bir zamanda inanılır bir lidere yaslanmak arzusunu daima hissedecekler.

Bizim bir Atatürk'ümüz var; fakat onu, milletin istiklâl ve saadetini temsil eden müşterek bir sembol lider olmaktan çıkararak siyasî bir tüketim metâı haline getirmek için -bilerek veya bilmeyerek- yaptıklarımızı hatırladıkça, "keşke Atatürk'e bu kadar kötülük etmeseydik!" diye düşünmeye başladım. Evvela Atatürkçülüğü devletin resmî ideolojisi haline getirme arzularıyla başladı her şey. Özellikle anayasa metinlerinin değiştirilmez hükmü haline konularak neredeyse kutsallaştırılan bu "dogma" inşa etme eylemi, millet nazarında Atatürk sevgisinin yıpranmasına sebep olduğu gibi, yeni siyasî ihtiyaçlar ve mecrâlar karşısında "Atatürkçülük" fikriyatının her geçen gün biraz daha revizyona tabi tutulması ile Atatürkçülük nâmına Atatürk'ün imajı zedelendi. Bütün siyasî kariyeri boyunca ordu ve siyaset münasebetlerini son derece titiz bir dikkatle dengede tutan bir devlet adamının fikriyatına sığınılarak bu ülkede iki defa darbe yapılması ve hemen ardından iki defa anayasa değiştirilmesi büyük bir yanlışlıktı. Her anayasa değişikliği, eski anayasanın ilgâsı anlamını da taşır. 1961 Anayasası yürürlüğe girerken ilgâ edilen anayasa, Atatürk'ün siyasî üslûbunu ve idare tarzını ihtivâ eden 1924 Anayasası idi. 1961 Haziran'ının 12. gününde Milli Birlik Komitesi tarafından yayınlanan 1 numaralı geçici kanun, bu komiteye "yasama yetkisi" bahşediyordu; bir darbeci topluluğunun, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin en temel rüknü olan "Meclis üstünlüğü" fikrini zor kullanarak alaşağı etmesi ve onun yerine büyük bir cesaret göstererek kendilerini yasama uzvu ilân etmesinin ne anlama geldiği bugün bile hakkıyla anlaşılmış değildir. 27 Mayıs darbesi sürecinde Atatürkçülük fikrinin aldığı yara çok büyüktür. Bu darbeden sonra Atatürk Cumhuriyeti'nin temel vezinleri, kolay kolay onarılamayacak derecede bozulmuştur. 12 Eylül'ün darbecileri, 27 Mayıs darbesinin millet vicdanında açtığı yarayı fark etmişlerdi; onlar 27 Mayısçıların hatalarını tekrar etmek yerine kendi hatâlarını inşâ etmek basiretini gösterebildiler! 1924 Anayasası'ndan bu yana Türk siyasetinde "meclisin üstünlüğü" fikrinin ne kadar aşındığını tayin edebilirseniz, Atatürk'ün fikrî mirasının da hangi muameleye tâbi tutulduğunu anlayabilirsiniz. Atatürk'ün mânevî hâtırasına saygı, 1924 Anayasası'nın "ilgâ"sını değil, küçük tâdillerle devamını icap ettirirdi; ama vaktiyle Recep Peker'in icat ettiği "altı ok"u yere göğe sığdıramayanlar, Atatürk'ün en büyük siyâsî vasiyeti mevkiindeki 1924 Anayasası'na o kadarcık vefâyı bile çok gördüler. Onun yerine koydukları anayasa ise sadece 19 sene dayanabildi; anlayana ibret!

Dünden bugüne Atatürk'ün maddî ve manevî mirası üzerinde hak iddia edenler eğer Atatürk'ü gerçekten sevmiş olsaydılar, bugün Atatürk'ün milletin gönlündeki yeri çok başka olurdu. Belki de Atatürkçülüğün dramı, kendilerini Atatürkçü ilan edenlerin, Atatürk'ün siyâsî ve zihnî seviyesine asla erişemeyecek derecede düşük bir entelektüel çizgide mıhlanıp kalmış olmalarıdır diye düşünüyorum. Öyle olmasaydı bütün siyasî kariyeri müddetince "millî istiklâl" fikrinin altını defaetle çizmiş olan Atatürk'ü tekzip etmek pahasına AB'ye girmek için kırk dereden hüccet getirilmezdi. Atatürk'e yazık ettik; o, bundan daha iyisine lâyıktı.


Kaynak (Arşiv)