Astsubay
Lisenin son sınıfında gördüğümüz dersin tam adı Milli Güvenlik miydi; emin değilim; biz talebe diliyle ona “Askerlik” derdik.
Sınıflar arasında “Bizim askerlik hocası neşeli bir adam; dersleri çok gırgır geçiyor..., aa bizimki nefes aldırmıyor, gıcık, tam askeri disiplin uyguluyor” yollu “Komutan” karşılaştırması yapardık. Bizimki, işini ciddiye alan bir subay olmalıydı ki, Askerlik derslerimiz eğlenceli geçmezdi pek. İmtihanlarda hep yüksek not alırdık o başka.
Bir gün bize rütbeler konusunu işledi komutanımız. Kitapta zaten resimleri vardı. Üç ayrı sınıf için “Er”den başlayıp “Or”a kadar yükselen rütbelerin yaka, kep, omuz ve kol işaretlerini öğrenmek kolay değildi. Nitekim bu dersi yarım-yamalak geçirmiş olmanın bedelini yedeksubay okulunun ilk günlerinde, hayli mahcub olarak ödemek zorunda kalmıştım.
Anlatayım mı? Peki anlatayım!
ASKERLİK HAYATI, ŞOKLA BAŞLAR
Askerliğin ilk günü kültür şokudur; berber sırasına girip, özene bezene uzattığınız zülüflü saçlarınıza, burma bıyıklarınıza iki dakika içinde veda edersiniz ve yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Aynadaki surat başka birine aittir. Ardından haki renkli torba içinde verilen “Melbusât”ı giymeniz için onbeş dakika süre verilir ve sıkı sıkı tembihler edilir: “Dışardan getirdiğiniz hiçbir çamaşırı giymeyeceksiniz, sadece size verilenleri giyeceksiniz. İtaatsizlik eden cezalandırılır, ona göre!”
İnsanlar giyim-kuşamlarında biraz şahsîlik payı ayırırlar kendilerine; renktir, aksesuardır, markadır, modeldir. Askerliğin ilk günü TSK markasından başka ürün kullanmanız yasaklanırken aslında kendiniz gibi olmaktan vazgeçmeniz bekleniyor ve bu ilk günde çok sert bir tesir yapıyor. Fabrikasyon malı gibi birbirine çok benzeyen bir yığın şaşkın ve ürkek genç. Kabak gibi kafaları, ayaklarını vuran botları ve bir torba gibi üstlerinden dökülen hâki üniformayla kabuğundan yeni çıkmış civcivleri andırırlar.
BAK KARDEŞİM, BEN SENİN KOMUTANIN FİLAN DEĞİLİM; ONA GÖRE!
Daha ikinci gün, bota, cekete, hele hele herkesin kafasında ayrıca bir gülünçlük âbidesi gibi duran hâki kepe alışamadan mutfak nöbetinde buluverdim kendimi. Mutfağın yerini bulduktan sonra karşıma çıkan bir hâki elbiseliye ne yapacağımı sordum, “Mutfakta nöbet tutacaksın; sizler için pişen yemeğin malzemelerini, temizliğini, pişirme ortamını gözetleyeceksin!” dedi. “Peki komutanım” dedim ve benden yaşlı duran bu “komutanım”ın peşinden yürüyerek mutfağın derinliklerine girdim. Adam bana, “İşte bu etlerin saklandığı soğuk hava deposu, işte bu tencereler, burası sebzelerin yıkandığı yer, vesaire” diye mihmandarlık ediyor. Ben ise hitapta kusur etmemek için, “Anladım komutanım” deyip duruyorum. Bir ara beni tenha bir yere çekti,
-Bak kardeşim, dedi. “Ben senin komutanım değilim; ben astsubayım. Sen ise yedeksubay adayı öğrencisin. Aramızda ast-üst ilişkisi yok. Bana komutanım deyip durma. Duyan olur, ayıp kaçar”.
Sen misin Askerlik dersinde rütbeleri öğrenmeyip dalga geçen? Mahcub oldum, özür diledim, “Özür dilemene de gerek yok” dedi. “Acemisin, öğreneceksin!”
Astsubay diye bir meslek olduğunu biliyordum elbette, ama meselâ generalden farkını bilmiyordum; evet, subay sınıfından ayrı bir askerî hizmet çeşidi ama kışla ortamı içinde ast-üst hiyerarşisini öğrenmeye hiç vaktim olmamıştı.
Aynı günün öğle saatlerinde yaşadığım bir başka hadise bana astsubaylarla generaller arasındaki farkı da öğretti. Şöyle oldu:
ÇAYLAR DEMLİ DEĞİL KOMUTANIM, ÜSTELİK ILIK
Yemekler pişti, sonra bir görevli güzel, geniş ve temiz bir tepsi üzerine beyaz kolalı örtü serdikten sonra kazandaki yemeklerin en güzel yerlerinden itina ile porselen tabaklara servis yaptı, tepsinin üzerine geçirilen cam fanusla birlikte bir jipe bindik. Mutfak astsubayı da yanıbaşımda. Dedi ki, “Bu bir âdettir; her gün kışla komutanına pişen yemekleri nümûnelik götürür, tattırırız. Sana bir şey söylerse pısırık davranma, yüksek sesle konuş, askerlikte yüksek sesle konuşmak lazımdır!”
Peki! Okul komutanının makam odasına geçtik. Selam verdik. Öldüyse Allah rahmet etsin, sınıfından mümtâzen generalliğe terfi edecek kadar iyi topçu zâbiti olduğunu sonradan öğrendiğim okul komutanı Tuğgeneral Zeki Küzecioğlu ayağa kalktı. Fanusu kaldırdı, etin, hoşafın, pilavın tadına baktı. Beğendi, sonra bana döndü.
-Yemekler nasıl bir şikâyetiniz var mı çocuğum, dedi.
Zaten kekemelik başa bela, konuşma yapmaya hiç hazırlıklı değilim; üstelik yemekler hakkında bir fikrim de yok, daha üçüncü günündeyim askerliğin. Bir ara sabah kahvaltısında içtiğimiz çayın duruluğu ve ılıklığı aklıma geldi, bütün cesaretimi toplayıp yüksek sesle haykırdım,
-Yemekler güzel fakat sabah çaylarını içemiyoruz efendim, biraz demli, biraz da sıcak olsa ne güzel olacak!
Yan tarafta, komutanın görmediği bir açıda astsubay kaşıyla gözüyle bana “Yapma, delirdin mi oğlum sen” makamında işaretler yapıyor ama gülle namludan çıktı, hedef noktasını çoktan buldu bile.
-Nee, çayları beğenmiyor musunuz? Ne demek bu? Ben her sabah içiyorum sizin çaydan, fevkalâde güzel çay. Hieyyt!
Sonunda “Hieyyt” dememiştir elbette ama o meâlde bir şey. Bir araba söz dayağı yedikten sonra huzurdan çıktık, yolda astsubay arkadaş, “Hiç komutana öyle söylenir mi, ne yaptın vesaire” yollu tazirlerde bulunuyor ama iş işten geçti bir kere.
Hayır, çaylar düzelmedi tabii. Yarım saat içinde 700 kişiye çay vermenin başka yolu yoktu ki! Çayı iri bez torbalara koyup buharlı çay tencerelerinin içine sallandırıyorlardı. Ne çıkarsa bahtına! Ama hep söylerim, yemeklerimiz hakikaten nefisti. Polatlı’dan ayrılırken şu hakkı teslim ettim:
Burada yediğimiz yemeklerin çoğunu evimizde değil yemek, görmemiştik bile!
DÜNYA ASTSUBAYLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN
Astsubay sınıfıyla ilk temasım böyle oldu; sonra kışla hayatı içinde –her ne kadar asteğmenler astsubaylara göre üst rütbe sayılsa da bir ağabey-kardeş yakınlığı içinde sayılı günlerimizi geçirdik. Onlar ordunun teknik hizmetlerini üstlenmiş bir sınıftı; buna rağmen muharip sıfatıyla takım komutanlığı da yapıyorlardı. Subaylarla aynı ortamda çalışıyor ama farklı orduevlerinde, farklı lojmanlarda kalıyor, farklı maaş alıyorlardı. Ne zaman lâf açılsa durumlarından şikâyetlenirler, subaylar da bizlere astsubaylarla fazla içli-dişli olmamamızı tembih ederlerdi ama onbeş dakika sonra voleybol sahasında takımlar kurulurken subay-astsubay farkı kalmazdı ortalıkta.
Diyeceksiniz ki bu astsubay mevzuu nereden çıktı?
Efendim, önümüzdeki 17 Ekim Çarşamba, “Dünya Astsubaylar Günü” imiş. Vesile oldu. Küçük eniştem de astsubaylara has terfi sistemi içinde “Kıdemli Kademeli Başçavuş” emeklisidir. Yeri gelmişken beraber çalıştığım Rıza ve İlhan başçavuşlarımı da hayırla yâd etmek isterim. Ümid ederim ki bu gün vesilesiyle astsubay kardeşlerimin meseleleri daha derli toplu bir tarzda gündeme gelir; ilgililerin dikkati çekilmiş olur.
Dünya Astsubaylar Günü kutlu olsun.