Askerlerimizi nasıl tanıyacağız?

Askerler; çoğu lise sıralarından itibaren ordu saflarını seçerek sivil hayattan kopan ve büyük çoğunluğu itibariyle emeklilik günlerinde bile ketumluğunu sürdüren bu topluluk, hayatımızı yakından ilgilendirmesine rağmen onlar hakkında bu kadar az bilgi sahibi olmamızı, bir "Türkiye gerçeği" olarak mı kabullenmemiz gerekiyor?

Askerleri çok az tanıyoruz ve bu konuda pek kabahatli olduğumuz söylenemez. Onların gündelik hayatın dışında yaşamalarında ve bir nevi tecrid içinde geçen hayatlarında iradi bir tercih söz konusu. Askerler, sivillerin giriş çıkışı sıkı sıkıya kontrol edilen lojmanlarda yaşarlar; kendi kantin ve marketlerinden alışveriş ederler. Çarşıyla ilişkileri asgari seviyeye indirilmiştir. Berberden ayakkabı boyacısına, ufak tefek tamirattan terzilik işlerine kadar dışarıya kapalı ve ikame edilmiş hayat sürdürürler.

Bu kadarla bitmiyor; askerlerin kendilerine mahsus bir sosyal güvenlik sistemleri var; özlük işleri Milli Savunma Bakanlığı tarafından yürütülür. MSB, diğer bakanlıklara benzemez; Milli Savunma Bakanları skandallara karışmaz, polemiklere girmez, bakanlık yaptığı süre içinde adeta siyasetten elini eteğini çekmiş bir ağırbaşlılık hâleti içinde ordunun, sivil cihette görülmesi lâzım gelen işlerini yerine getirir. Bu bakanlığın müsteşarlığı da dahil yüksek bürokrat kadrosunun kısm-ı küllisi, muvazzaf subaylar tarafından yürütülür. Türkiye'de ordu, devletin bünyesi içinde kanunlarla çizilmiş özerk bir alanda durur; dünyanın her yerinde mevcut bulunan askeri yargı, Türkiye'de daha özel bir kapsama sahiptir. Askeri mahkemelerin temyiz mercii yine yüksek askeri mahkemelerdir ve askeri yargı kapsamında bazen sivillerin de yargılandığı olur.

Ordunun süpermarketler zinciri, otomotiv, gıda, sigorta, elektronik ve silah sektöründe yatırımları vardır. Son yıllarda bu yatırımlar zincirine bankacılık da ilave edilmiş bulunuyor. Özel kanun gereği ordunun resmi iştiraklerini temsil eden firmalar, bazı vergi ve harçlardan muaf tutuluyorlar. Bu manzaraya askeri bütçenin, diğer kamu kurumları gibi fiilen mali denetime tabi tutulmadığını da eklemeliyiz. MSB Bütçeleri görüşülürken Mecliste parlamenterler, sair bakanlık bütçelerinde takındıkları meraki ve tenkidçi yaklaşımdan sarfınazar ederler; "Orduya selam, bütçeye devam" düsturu, bir bütçe klasiği haline gelmiştir. Hal böyle olunca askerlerle gündelik hayat içinde karşılaşıp temas edebilmek de mümkün olmuyor. Onlarla ilgili kanaatlerimizi, yüksek komuta kademesinin zaman zaman basına akseden demeçleri ve bu beyanların yankıları oluşturuyor. Özellikle 28 Şubat döneminden sonra askerler, önemli politik konularda daha çok görüş belirtir oldular. 27 Mayıs darbesinden sonraki süreçte ordu, sık sık askeri müdahalelerle gündeme geldi ve bu süreçte devlet içindeki ağırlığını iyice tahkim eden ordu, kendini gündelik hayattan izole edecek adımları peyderpey hayata geçirdi.

Ordu indinde makbul (akredite) gazeteciler haricinde ordu mensupları hakkında haber ve röportaj yapabilen gazeteci sayısı da azaldı. Silahlı Kuvvetler hakkında ilmi araştırma yapmak isteyenler de nazariyatta hiçbir engel olmamasına rağmen pratikte hayli titiz bir izin sürecinden geçmek zorundalar. Askerlerimizi tanımıyoruz. Tanımamız gerekiyor mu; elbette. Bu ihtiyacımızı ancak siyasete atılmayı tercih eden veya eli kalem tutan yüksek rütbeli emekli subayların basına akseden görüş ve demeçleriyle gidermek durumundayız. Ekim ayı başlarında Zaman gazetesinde Nuriye Akman, 28 Şubat döneminin en popüler generallerinden Osman Özbek ile yapılmış geniş bir röportaj yayınladı (Zaman, 5-6 Ekim 2002). Tümgeneral Özbek, daha iyi bir terfi beklerken yeni görev yerini yadırgadığı için kendi isteğiyle emekliye ayrılmış ve eski Anayasa Mahkemesi Başkanlarından Yekta Güngör Özden'le birlikte siyasete atılmayı tercih etmişti. Bu röportajı okurken, sadece Osman Özbek'in düşüncelerini öğrenmiş olmakla kalmadık, onun şahsında bir generalin düşünce dünyasına girebilmek imkânını da bulduk. Türkiye'nin en muhafazakâr kurumlarının başında gelmesine rağmen ordu da değişiyor; bu değişimi ancak tarihi olayları kuşbakışı takib edip, gerektiğinde bazı noktalara odaklanarak mukayese yapıldığında farkediyoruz. Ordu mensuplarının düşüncesine göre Cumhuriyet kurulalıberi ordunun sistem içindeki yeri ve fonksiyonu değişmemiştir ama özellikle yeni silah ve harp stratejileri konusunda değişim adeta günübirlik bir seyir izlemektedir. Ordunun muhafazakâr özelliği kapalı ve sert hiyerarşiye tâbi bir kurum olmasından ileri geliyor; ordu mensuplarının Atatürkçü çizgiyi bir "sath-ı müdafaa" anlayışıyla takibi ise muhafazakâr görüntüyü artırıyor. Türkiye'nin yirminci yüzyılına askerler damgasını vurdu; bu yüzden çok fazla yazılıp çizilmese de asker davranışları hepimizi ilgilendiriyor.

Nuriye Akman'ın röportajını okurken askerin değişimi meselesi zihnime takıldı: Osman Özbek'le, meselâ Plevne gâzisi Osman Paşa arasında, vatana ve askerlik mesleğine duydukları aşk hariç tutulursa ne gibi benzerlik vardır; aradaki en sert fark ideolojiktir. Keza Mareşal Fevzi Çakmak'ı, Kâzım Karabekir'i, 27 Mayıs'ın komitacı subaylarıyla karşılaştırdığımızda da aynı ideolojik mesafeyi hissederiz. Bu farklılık geçtiğimiz yüzyılın 1909 yılında 31 Mart hadisesiyle en uç noktasına ulaşmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Osmanlı ordusu ile ilişkileri, bütün yüzyıla damgasını vurdu ve ordu kimi gün Halâskâr Zâbitan, kimi gün Hâdim-i Vatan gibi farklı sıfatlar benimseyerek "koruyucu sektör ve sınıf" fonksiyonundan "kurtarıcılık"a, daha sonra düzeni himâye, esirgeme ve kollama görevlerine terfi etti ve bu esnada ideolojisini yeni görevine uygun tarzda biçimlendirirek bükülmez hale getirdi. Bu kanaate varmama sebep olan en çarpıcı cümle, Emekli Tümgeneral Osman Özbek'in, vaktiyle basın tarafından Susurluk hadisesi sebebiyle itham edilen bir başka general arkadaşından söz ederken kullandığı şu sözler oldu;

- (O) Atatürkçü bir insandır. Jandarmada dürüst bir imaj yaratmıştır. Bu sözlerde Atatürkçülüğün, ordu içinde siyasi ve toplumsal tarifinden farklı bir çerçevede, dürüst ve namuslu kimseleri tarif için kullanılan bir sıfat haline geldiğini farkediyoruz. Herhangi bir sivil Atatürkçülük kavramını bu anlamda kullanmayı normal şartlar altında aklından bile geçirmezken bu niteleme bana hayli ilginç göründü. Askerleri ne kadar az tanıdığımız hakkındaki hüküm, bu cümleyle birlikte röportajın tamamını okuduktan sonra iyice pekişti. Askerler; çoğu lise sıralarından itibaren ordu saflarını seçerek sivil hayattan kopan ve büyük çoğunluğu itibariyle emeklilik günlerinde bile ketumluğunu sürdüren bu topluluk, hayatımızı yakından ilgilendirmesine rağmen onlar hakkında bu kadar az bilgi sahibi olmamızı, bir "Türkiye gerçeği" olarak mı kabullenmemiz gerekiyor? Galiba öyle.

AKLINIZDA BULUNSUN

YENİDEN ABBAS SAYAR

Ötüken Yayınevi bir sürpriz yaparak az tanınan edebiyat adamlarından Abbas Sayar'ın bütün kitaplarını külliyat halinde yeniden okucularla buluşturdu. Abbas Sayar'ın daha önce "Çelo" ve "Yılkı Atı" isimli romanlarını okumuştum ama aradan ne kadar zaman geçmiş olmalı ki konularını bile unutuvermişim. Bugünlerde, kapıbir komşu denecek kadar aynı coğrafyanın insanı olmak hasebiyle hemşehrim sayılan Abbas Sayar'ın eserlerini yeniden okumak zevkiyle başbaşayım. Daha dün akşam bir oturuşta "Can şenliği" isimli nefis romanını bir çırpıda bitiriverdim. Aklınızda bulunsun; bugünlerde kafa dinlemek ve gerçek bir edebiyat şölenine misafir olmak istiyorsanız Abbas Sayar Külliyatı birebir!,

FIKRA:

ESKİ DÜZEN

Karısına hep, ev işlerinin, çocuk bakımının kolaylığından, iş hayatının zorluğundan yakınan adamla karısı, bir günlüğüne rolleri değiştirmeye karar verdiler. O günün akşamı adam, karısına gündüz olanları şöyle anlattı;

-106 defa çocuklara kapı açtım, 94 kere yaramazlığın kötülüğü hakkında vaaz vermeye yeltendim, 16 defa ayakkabı bağlarını bağladım. 19 defa aralarında çıkan kavgayı yatıştırdım. 12 kere telefona cevap verdim, 203 kere çoğunu bilmediğim sorulara cevap vermek zorunda kaldım ve onların arkasından evin içinde toplam altı kilometre koştum. Ne olur eski düzenimize dönelim!

SÖZ

"Plan hiçbir şeydir; planlama herşey."

Dwight Eisenhower


Kaynak (Arşiv)