Artvin rampalarında bir minibüs dolusu şairle üç gün
Bir insanın adı "Şair düşmanı"na çıkarsa, ömrünün geri kalan kısmını huzur içinde geçirmesine engel olacak mühim bir aksaklık söz konusu olmaz; fakat o ömrün üç-dört gününde bir minibüs dolusu şairle bir arada olmak gibi bir durum mevzubahis ise durum ciddi demektir.
Yukardaki uzun cümle, önceki hafta içinde bulunduğum durumu anlatmaya kâfi gelecektir. Önce dekoru tasvir ederek işe başlamalıyım: Artvin Valiliği, neredeyse bir sene evvelinden çok ilginç bir proje başlatarak, mahalli edebiyatı teşvik eden bir yarışma tasarladı. Bu proje, önce Artvinliler olmak üzere herhangi bir şekilde ömrünün bir kısmını Artvin'le kesiştirenlerin Artvin hakkındaki duygu ve fikirlerini kâğıda geçirmesinden ibaretti kısaca. Artvin'den Gurbete Mektuplar, Gurbetten Artvin'e Mektuplar, Eski Artvin'de Hayat, Artvin Hatıraları, Nasıl bir Artvin'de Yaşamak İstersiniz, Artvin Şiirleri ve "Artvin'den Hayat, İnsan ve Tabiat Manzaraları Fotoğraf Yarışması" gibi konulardan oluşan bu proje "Geçmişten Geleceğe Artvin" adını taşıyordu. Meselenin edebiyat faslında jüri üyesi olarak görevlendirildiğim bu yarışmanın ödül törenini tamamladıktan sonra misafirler için hazırlanan programa şöyle bir göz attığımda başıma gelecekleri hemen anladım ama iş işten geçmiş bulunuyordu; iki gün boyunca jüri üyeleri Artvin'in hırçın ama soluk kesici coğrafyasında insafsızca gezdirilecek, bir yerde doğru dürüst nefes almalarına imkân verilmeksizin hemen öteki gezi yerine hareket edilecek ve böylece Artvin hakkında esaslı bir fikir edinmeleri sağlanacaktı.
İtiraz faydasızdı ve o saatten sonra, "zaten Artvin'e ulaşana kadar yollarda telef olduk; bırakınız da birkaç gün yan gelip yatalım" yollu bir itiraz yanlış anlamalara sebebiyet verebilirdi. Daha da vahimi jüri üyeleri arasında endişe verici miktarda şair de bulunmaktaydı; netekim şair dostlarımız programa bakar bakmaz, "şâhâne, harikulâde, böyle gezi fırsatı bir daha ele geçmez" şeklinde aksi dermeyân edilemez fikirler ileri sürünce bize de "başa gelen çekilir" demek düştü.
En kötüsünü sona sakladım, çünkü yolculuğa başlarken -her nedense- şairlerin ekseriyette bulunduğu minibüse düşmüştüm.
Bilmem ki bir minibüs dolusu şairle Artvin'in hırçın ve engebeli yollarında iki gün boyunca seyahat etmenin nasıl bir şey olduğunu tahayyül edebilir misiniz? Anlatmaya çalışayım: Bir kere minibüste şiir haricinde konulardan bahsetmeye fiilen imkân bulunmuyordu; yolcuların en bitkin ve yorgun olduğu demlerde bile minibüsün içinde, "imge, imlegem, poetika, yalın şiir, simgenin imgelemsel ve diyalektik tekilliği" filan gibi asla anlamadığım kavramlar uçuşuyor, sair zamanlarda ya yüksek sesle şiir okunuyor veya herhangi bir şiir konusunda tartışma yapılıyordu. Tartışma deyip geçtiğime aldanmamalısınız; fikir ayrılıkları zaman zaman sonu kanlı biteceği zannedilen gerginliklere yol açar gibi görünürken, birkaç dakika sonra şairlerin sarım-gülüm havalarında yeniden, "şiir hayatın neresinde durur?" gibi anlamlı sohbetlere kapılıp gittiklerine şahit oluyorduk.
Ah bu şairler; ne onlarla, ne de onlarsız olmuyor!
Bu arada gezi programı haşin ve bükülmez bir disiplinin gizli denetiminde olanca gaddarlığı ile sürüp gitmekte ve her durak yerinde biz jüri üyeleri, her ekleminden aynı tonda sesler çıkararak kemiklerimizi yeniden bir araya getirmeye çabalamaktaydık. Yalnız bir noktada hakkı teslim etmezsek nimete küfrân etmiş olurum; yemek molaları ayrıca ele alınması gereken birer kaside güzelliğinde cereyan ediyordu; nitekim mütekaid şair dostlarımdan Doç. Dr. Turan Karataş, bundan yıllarca önce Kore'ye vatani hizmetini ifaya giden bir Gaziantepli askerin ağzından naklettiği bir nükte ile durumu çerçeveledi. Antepli asker, yolculuklarını şöyle anlatmıştı:
-Bir otobusa bindıh, az gettıh bir yemeh yedıh; sonra yeniden gettih gettih bir gemiye bindıh; bir yemeh yedıh, az gettih getmedıh, bir yemeh daha yedıh...
Halimiz üç aşağı beş yukarı böyleydi; seyahat esnasındaki halimiz Romalı kölelere benziyordu; yemek esnasında ise Romalı senatörler gibiydik; üstelik etrafımız şair kaynıyordu! Ve şairler, dünyanın her yerindeki benzerleri gibi şiir soluyor, şiir yudumluyor, şiir düşünüyor ve etraflarında gördükleri her şeyi, "acaba bunu nasıl mısralaştırabilirim" endişesiyle bakıyorlardı. Bu şairlerin arasında benim müseccel şair düşmanlığımı en iyi takdir eden sevgili Ali Akbaş ağabeyim, bizimle aynı minibüsteki şair Abdülkadir Budak'ı, gıyâbında şöyle tasvir etmişti meselâ:
-Adamın derisinin içinde şiir kıpraşıyor; dışarı çıkmak için birbirleriyle boğuşuyor, mücadele ediyorlar sanki!
Aynen öyleydi vallahi; zaten benim şairlerden tırsmam görünmeyeni hemen sezip farkedebilen, burunlarının önündekini ise yıllarca görmemekte inad eden garip bir yaradılışa sahip olmalarından kaynaklanıyor. Şiir hakkında konuşurken yer, zaman ve mekân duygularını iptal etmelerini ise daha ürkütücü bulduğumu belirtmek isterim; meselâ şair Ömer Erdem, ödül töreni esnasında -yine bir başka şair- Beşir Ayvazoğlu'nun beş dakika ile sınırlı tuttuğu konuşmasına başlarken, "Beni beş dakika kesmez, ille de ikinci tur isterim" diyerek, salondaki Artvinlileri yarı baygınlık derecesine getirecek kadar ürkütmeyi başarmış bir konuşmacı olarak şiir tarihine geçti.
Artvin'in bitmek bilmeyen rampalarında tükettiğimiz o güzel üç günün hikâyesi anlatmakla bitmez. En iyisi sözü şükranla tamamlayalım: "Geçmişten Geleceğe Artvin" projesi ile taşra edebiyatına yeni bir soluk imkânı getiren Artvin Valisi Sayın Cengiz Aydoğdu'ya, misafirperver Emniyet Müdürü Sayın Necmettin Emre'ye, o meşakkatli günler boyunca bizlerle her cevre katlanan mihmandarlarımız Musa, Yılmaz ve Mustafa Beylere gösterdikleri anlayış ve dostluktan ötürü şükran borçluyuz. Şair dostlarıma ise ayrıca teşekküre hâcet görmedim; çünkü isimleriyle müsemmâ idiler.