Artık sürüklenmemek için

Söylenmedik söz, dillendirilmedik tez kalmış mıdır; o nükteyi arıyorum bugün. Yangına benzinle gitmemek gerektiğini akleden herkes dahi eminim ki o arayışın içindedir.

Bir sürüklenme duygusu içindeyiz; bir yerlere gidiyoruz, hayırhah bir gidişe benzemiyor bu. Tedirginliği gidermek, durumun hakikatinden haberdar olmak için konuştukça, yazdıkça sürüklenme hissi derinleşiyor. 19. yüzyıl tarihini bilenlere, "ben bu faslı okumuştum" dedirten gelişmeler yaşamaktayız; "boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor" cinsinden işaretler, kendini zorla okutuyor âdeta.

Kuzey Irak'ta Kürtler, kanserli Ortadoğu coğrafyasını omuzlarıyla zorlayarak kendilerine bir devletlik yer arıyorlar. Milletlerarası konjonktür bu arayışa müsamaha ile bakıyormuş gibi bir intibâ var ortalıkta. Bu ânın fotoğrafı böyle, yarın kartlar yeniden dağıtıldığında durum ne olur bilinmez. Prof. Dr. Mahir Kaynak, ilk tezkerenin reddinden sonra Türkiye'nin "bölgenin kötü adamı" rolünden kurtulduğunu, şimdi bu rolün Kürtlere tevdî edildiğini ileri sürüyor. İngiltere'nin müstemlekelerinden nasıl çekildiğini hatırlayalım; sadece Keşmir problemi bile esaslı bir fikir vermeye yeter. Böyle anlık avantajlara güvenerek, fiili durumun kalıcı bir statükoya dönüşeceğini beklemek ne derece akılcı bir hesaptır?

Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti, Irak petrollerinin üçte birine konsa bile istikrarı ve geleceği olmaz; hele hele Türkiye böyle bir fiili durumu kendi varlığı için tehdit addederse! Kuzey Irak'ta kurulacak bir devletin Türk serbest ticaret bölgelerine, limanlarına, otoyollarına ve üretim kapasitesine ihtiyacı bârizdir. Teröristlerin yıllardan beri Karadeniz Bölgesi'nde tutunmak için inatla didinip durmaları sebepsiz değil: Giresun, Tokat, Maçka ormanlıklarında teröristin ne işi ola ki?

Birileri Türkiye'nin bir kısmına (İskenderun körfezinden kuzeye doğru çıkan hattın sağ tarafına), diğer bir kafilesi tamamına tâlip. Halbuki birileri daha olmalı, demeliler ki, "hayır bu hesap hem yanlış, hem tehlikeli. Biz Kürtlerin bölgedeki tabii vatanı Türkiye'dir, siyasi çatımız ise Türkiye Cumhuriyeti'dir (hakaret kasdıyla kısaltılan "TeCe" telaffuzu değil!). Vakıa biz dil itibariyle Türklerden ayrı bir topluluğuz ama kültürümüz, dinimiz, dünya görüşümüz beraber. Dahası aynı kitaba baş eğmiş, birbirimize kız alıp vermiş, Kur'an tâbiriyle teâruf etmişiz, bizden âlâ hısım olmaz. Vaktiyle dağa çıkıp Türk askerine silah çekenler yanlış yaptılar; biz bu yanlışa iştirak etmiyoruz!"

Böyle düşünenlerin sayısı, inanıyorum ki hiç de az değil ama o sesleri pek duyamıyoruz. Halbuki, Başbakan'nın ağzını yakan "Kürt meselesi"ni bir çırpıda teskin edecek ve mesele olmaktan çıkaracak söz o sözdür işte. Bu bir teslimiyet bildirgesi değil, filli durumun sözle ifâdesidir. O kerteden sonra kim ezâ görmüş, kim hakarete uğramış ise dâvâsını hep beraber güdülür. Bu memlekette devletten ezâ gören sadece Kürtler değil ki; usûlü, üslûbu vardır. Kafalar rahat olunca meseleler daha berrak görülür. İşte bu tavırdır ki Türkiye'de demokrasi kültürünün, etnik aidiyet hesaplarıyla çürümesine mâni olur ve gelişip çiçeklenmesine yardım eder.

Türkiye huzursuz, halkı da öyle devleti de; herkesin hatâları vardır ama bazı hatâlar daha büyük hatâları meşru gösterecek bir savaş kalkanı gibi ilânihâye kullanılmamalı. Kabahatlerimizi defalarca seslendirdiniz, hoşumuza gitse de gitmese de dinledik ama meziyetlerimizden hiç söz etmediniz; kırıntı kabilinden de olsa hiç mi meziyetimiz yoktu; duymak isterdik, belki muhabbetin ziyadeleşmesine vesile olurdu.

Mâzeret mâzeret olarak kalmalı, cürüm haline inkılâb etmiş kabahatleri mâzeret mâzur göstermez. O noktadayız bugün. İçinde sürüklendiğimiz seylâbı ancak akl-ı selimin cesur sesi dindirebilir.

Kayda geçsin, ifâdemizdir.


Kaynak (Arşiv)