Anayasa hukuku olmadı, devletler hukuku verelim
Evvelâ olgunun adını koymalıyız. Bir devlet vatandaşlarıyla ilişkisini Anayasa hukuku çerçevesinde yürütür; diğer devlet ve benzeri kuruluşlarla ise devletler hukuku kapsamında temas kurar.
Çözüm süreci diye tekrarlayıp durduğumuz, sırf hanelere ateş düşmesin diye görmezden geldiğimiz ve tâ Oslo’dan beri devam edegelen gizli-kapaklı görüşmeleri, Anayasa hukuku çerçevesinde yürütmek mümkün değildi. Bunun içindir ki hükûmet, bu yılın ortalarında, PKK ile devlet adına görüşen kamu görevlilerine kanun himâyesi getiren bir kanun çıkardı ve bu bâriz çelişkiyi kamufle etti.
Normal şartlarda devletin, PKK ile, ancak sorgulama sürecinde Cumhuriyet savcıları, yargılamada hâkimler aracılığı ile temas kurması gerekirdi; zira, PKK devlete -afedersiniz!- silah çeken, anayasal nizamı tanımayan, milli hudutlar içinde saha hakimiyeti kurmaya, kendi siyasi nizamını egemen kılmaya çalışan ve devletin egemenliğine başkaldıran bir örgüttür. PKK ile müzakereye razı olduğumuzda durum buydu. Örgütün silahlı tehdidini etkisiz hale getirememiş, daha kibar bir ifade ile “kamu düzeni”ni bir türlü sağlayamamıştık. Türkiye bu sürece, “Aman şehit cenazesi gelmesin” endişesiyle mecbûren razı oldu.
Bu yol, siyasi ve insâni açıdan su götürse de hukuken yanlıştı; bir devletin egemenlik haklarını pazarlık konusu yapması, hem egemenliğini hem meşruluğunu tartışılır hale getirir çünkü. Çoğumuz, “çözüme bir gıdım kaldı, barış olacak, pişmiş aşa su katmayalım” diye fiili duruma razı olduk. Böylece PKK bütün Kürtlerin temsilcisi ve sözcüsü imiş gibi diplomatik bir boyut kazandı, devlet indinde neredeyse yarı sempatik bir karakter oldu; onlar da fırsattan istifade “alan hakimiyeti”ni güçlendirip pazarlıkta ellerini güçlendirecek hamleler geliştirdiler.
Lâkin olmadı. Devletin ve PKK’nın ‘Çözüm’den farklı şeyler anladığı açığa çıktı. 6-7 Ekim olayları, devlete nasıl bir muhatapla dans ettiğini acı bir şekilde hatırlattı. Bunun üzerine Başbakan Davutoğlu, içinde bolca “kamu düzeni” geçen yeni bir diskura geçti. 19 Ekim’de akil insanlarla yaptığı 11 saatlik toplantıda ilginç şeyler söyledi: “6-7 Ekim’deki olayları ne Öcalan ne de bizim müdahalemiz durdurdu. Çözüm sürecinin oluşturduğu psikolojik atmosfer durdurdu. Bu memleketin sağduyulu halkı, gelişmelerin nereye varacağını görüp sokağa çıkmadı, çocuklarına sahip çıktı.” dedikten sonra müzakereyi hangi bakış açısıyla yürüttüğünü şöyle açıkladı: “Biz karşı tarafa, ‘Bu adımları atacağız ama kamu düzeni konusunda teminat vereceksiniz’ dedik. Onlar da ‘15 Ekim itibarıyla hiçbir illegal faaliyet kalmayacak’ dedi. ‘Yol kesme, haraç, işyeri yakma, insanları çadıra götürüp sorgulama yok’ dediler.”
Muhatap aldığı terör örgütünden kamu düzeni sağlanması konusunda teminat istemek, herhalde anlı-şanlı devlet geleneğimizde -Bunu Mülkiyeliler iyi bilir, İçişleri bakanı çok daha iyi bilir!- bir ilktir. İnisiyatif gücünü karşı tarafın, “Vallahi-billahi artık yol kesmeyeceğiz, haraç toplamayacağız, işyeri okul yakmayacağız, insanları çadıra götürüp sorgulamayacağız” sözüne bağlamak bugüne kadar hiçbir kamu görevlisinin aklına gelmemişti. Bunu da gördük.
Mesele karmaşık filan değil, çok net; anayasa icabı kullandığı egemenlik tekelini bir silahlı örgütle pazarlık konusu eden ve hesapları tutmayan bir heyet var karşımızda. Celâli liderlerinin paşa yapıldığı fetret devirlerini çoktan geçtik zannederken başa dönüverdik. Müzakereler de anayasal hududu aşıp devletler hukukunun kapsamına giriverdi.
Şimdi söz “uluslararası arabulucular”a geldi dersem, kızarsınız; öyleyse söylemiyorum.