Anakronizmin lüzumu yok
“Bir tarih öğretmeni olarak gerçekten merak ettiğim bir konu var” diyor okuyucum; “Osmanlı Devleti’nde -ve önceki dönem Türk devletlerinde- halkın tarihî eserleri koruma, onlara sahip çıkma bilincinin olup olmadığı; belki bu da modern zamanların icadıdır ama Anadolu’da eskiden insanların, eski eserlerin taşlarını, sütunlarını kendi evlerinin inşasında kullandığını çok okudum.
Eskilerimiz yapardı; ama acaba sıradan insanlarda, halkta tarihî eserleri koruma, sahiplenme bilinci var mıydı?” dedikten sonra ekliyor: “Bir tarih doçentinden ‘Yaptılar ama insanlara koruma bilinci vermediler’ tespitini duyduğumda bir cevap verememiştim.”
*
Konuya, adını bilmediğimiz tarih doçenti arkadaşımızdan başlayarak girelim: Tarih usûlünün en bilinen konusudur Anakronizm. Mânâsı, herhangi bir hadisenin, o esnada yaşanan zaman dilimiyle, kronoloji yani zaman dizimi itibarıyla uyumsuz olması demektir kabaca. En bilinen örneklerden biriyle misal göstereyim; meselâ 12. yüzyılda herhangi bir toplum veya yazar için “ulus devlet”ten veya sendikalizmden bahsedilmesi anakronik bir yanlışa işaret eder, zira ulus devlet ve sendikalizm, sanayi devriminden sonra ortaya çıkmış oluşumlardır ve bu yüzden meselâ, lonca birliklerini sendika zannetmek kadar, “Selçuklular bir ara devlet dili olarak Farsçayı kabul etmişler; bunlarda hiç milli ruh yokmuş” diye ahkâm kesmek de hatalı olur. Tarih doçenti arkadaşımız, galiba fazlaca içlendiği için anakronik bir yanılgıya kapılmış görünüyor: “Eserleri yaptılar ama insanlara koruma bilinci vermediler” diye hayıflanmak anlamsızdır çünkü tarihî eserleri koruma bilinci modern, hatta pek modern bir hadisedir; 5-6 bin yıllık yazılı tarih esas alınırsa daha dün mesâbesinde bir hadiseden bahsediyoruz.
*
Bizde “asar-ı atika” nizamnameleri, 19. yüzyılın ortalarında yayımlanmaya başladı. “Her şeyde olduğu gibi bu konuda da Batılılardan geç kalmışız” diye üzülmekte acele etmeyelim. Antik çağlardan modern zamanlara kadar Avrupa’da, özellikle çok tanrılı dinlerin tapınakları ve kamu binalarından haylicesi yine Avrupalılar tarafından yıkılmış ve elde edilen harabe kalıntılarının mermer molozları, kireç ocaklarından yakılarak kirece dönüştürülmüştü. Bunu tarihî eser düşmanlığına yormak yerine, o tarihlerde o insanlar için kireç imalatını daha zahmetsiz yoldan halletmek arzusuna bağlamak daha doğru olur; kezâ bu tahribattan en ziyade zarar gören şehirlerin başında Roma gelir. Ne var ki bu noktadan yola çıkarak geçmiş zamanlarda yaşayan insanları “tarihî esere saygısızlık” veya vandallıkla suçlayamayız; bu dahi anakronizme düşmek olur. Eski eserlerin korunmasına, ihyâsına ve en azından olduğu gibi muhafazasına, Avrupa’da Rönesans kültürünün asiller ve daha sonra burjuvazi sınıfı arasında rağbet görmesinden sonra antik döneme dair her türden esere özel bir önem atfedildiğini hemen hatırlatmak gerekir. Katolik Kilisesi’nin Avrupa kültüründe 4. asırdan başlayarak 16. asra kadar sürdürdüğü hegemonya, Hıristiyanlık öncesi inançlarına dair eserlere hor nazarla bakılmasına yol açmıştı ve bu cümleden olarak “putperestlik dönemi”ni hatırlatan unsurlar da bu bakışın tesiriyle itikadı sakatlayan şeyler olarak değerlendirilmiştir. Avrupa’da koruma kültürünün doğuşu ve antik döneme dair kitap ve binaların muhafazası öyle pek kadim değildir, yenidir.
*
Bizde durum nasıldı? Avrupa’ya nazaran bu hususta biraz daha geç kaldığımızı söyleyebiliriz ama yüz ağartıcı örneklerimiz de var: Anadolu, Rumeli, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Osmanlılar “ehl-i kitab”ın mâbedlerine saygılı davrandılar. Ayasofya’yı misal göstermiyorum bile; Anadolu’da yakın zamanlara kadar pek çok kilise cemaatiyle birlikte ayaktaydı ve faaldi. Birçok kilise binalarının sayıca azalması ve yıkıma uğramasının sebepleri “modern zamanlar”da aranmalıdır. Osmanlı Devleti’nin en kalabalık nüfuslu Hıristiyan unsurlarını teşkil eden Ermeniler ve Rumlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan talihsiz olaylar dizisi sebebiyle Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldılar. Tek parti döneminde İslâm mabedlerine gösterilen nobranca tutumdan, Hıristiyan mabedleri de payını aldı maalesef. Bu arada sahipsiz kalan metrûk statüsüne düşüp “mail-i inhidam” yani “yıkılma tehlikesi gösteren” binaların kesme ve moloz taşları da inşaat sahiplerinin iştahını celbetmiş olmalıdır.
Yine de Ege sahillerindeki eski Yunan eserlerinin şimdiki haline bakınca, en azından sistematik bir düşmanlık ve kıyıcılık hissiyle ecdâdımızın putperest eserlerini tahrib ettiğine şahit olmuyoruz. Genellikle ecdad, en nihâyet antik eserlerdeki heykellerin gözlerini oymak derecesinde tahribat yapmışlardır; aksi olsaydı, o beylik söyleyişle halkının % 99’u Müslüman olan bir toplumdan geriye hiç antik kalıntı kalmaması icab ederdi.
*
Yeri gelmişken altını çizelim: Bizim siyaset erbabının, Batı’daki şehirleri görüp yurda döndükten sonra kapıldıkları amatör şehircilik hevesi, dini bütün köylümüzün derede-tepede görüp gözünü oyduğu antik heykellere verilen zarardan çok daha fazla tahribata yol açmıştır; üstelik Müslümanlıklarından şüphe edemeyeceğimiz bu zevatın başlıca tahrip ettiği eserlerin başında İslâm kültürünün tarihi varlıkları gelmekteydi!
Bu bir fasl-ı hicabdır; ki fazla kurcalamadan geçiyorum.
*
Meseleye bir de şu açıdan bakmakta fayda olabilir: Korumacılık, “bir daha misline erişemeyiz, aman şunu olduğu gibi muhafaza edelim!” telâşının yansıması ise işte bu noktada ecdâdımızı mâzur görebiliriz. Daha iyi anlatmak için şu örneği gösterebilirim: Bugün eskimiş betonarme binaları yıkmakta sakınca görmüyoruz, çünkü aynısını hatta daha iyisini yapabilecek tecrübemiz ve teknolojimiz var; eskiler de pekâlâ böyle düşünmüş olabilirler.
*
Eskiye dair her şeye, “aman koruyalım” endişesiyle titizlenmek de bir başka türlü (tersinden) aşırılık teşkil edebilir. Modern koruma kurullarının tescil ettiği bazı yapıları hangi hikmete binâen esirgediğini anlamakta güçlük çektiğimiz yerler de oluyor. “Tarihî eseri koruyalım” kaygısıyla tarihî eser fetişizmi arasındaki hassas bölmeyi gözden kaçırmamak gerek.
*
Bağlıyoruz; anakronizmin lüzumu yoktur efendim.