Altın yaldızlı çekiç, kırmızı boyalı demir!

Samsun'da toplanan 8. Türk Kurultayı'nın, "Türk basını"nda uyandırdığı tesiri anlamlı buluyorum. Gazeteci tabiriyle "etekten" verilen, nezaket kabilinden kotarılmış zoraki haberler; heyecansız, perspektifsiz değerlendirmeler. Türkiye bütün dikkatini, içine milletvekili maaşları ile ilgili düzenlemenin "hassasiyetle" yerleştirildiği anayasa değişikliği aranjmanına teksif etmiş durumda. Kurultayı yakinen takip etmedim; ama görünen odur ki, basını suçlamadan önce bizatihi T.C. Devleti'nin Türk Kurultayı'na bakışında son derece belirgin bir "yasak savma" üslubunu gözden geçirmek gerek. Devletin samimi olarak inanmadığı bir "beynelTürk" projeye basın niçin sahip çıksın? Belki MHP, iktidarın ikinci büyük ortağı olmasa, ilk yedisinin nerede-nasıl yapıldığını hatırlamadığımız gibi 8. Türk Kurultayı'ndan da pek haberimiz olmayacaktı. Kaldı ki "Türki" cumhuriyetlerden hiçbirinin kurultaya devlet başkanı seviyesinde iştirak etmemiş olması da çok önemli bir "tavır"dır. Türkiye, belki de ev sahibi olmanın getirdiği zaruretle kurultaya devlet başkanı ve başbakan yardımcısı ile iştirak ederken diğer Türk cumhuriyetlerinin tali derecede bürokratlarla katılması ne anlama geliyor?

Anlam şu: Erken doğum; bu çocuk yaşamaz ve fazla sevgi göstermenin alemi yoktur.

Bu, benim kalben katıldığım bir teşhis değil; milletlerarası münasebetlerin tabiatını bir uzman derecesinde bilmem; gönlüm ister ki bu kurultay, bütün dünya kamuoyunun üç gün süreyle nefeslerini tutarak takip ettiği, diplomat, uzman ve gözlemci göndererek yakından izlediği bir güç gösterisine sahne olsun ve Samsun'da alınan kararlar, bütün Avrasya'nın geleceğini etkileyecek siyasi, kültürel ve ticari mutabakatların temelini teşkil etsin. Öyle olmadığı ve olmayacağı daha yıllar öncesinden belliydi; bugün kurultaya gösterilen serin ilgisizlik, bugünün değil bütün kapsamı ile dünün meselesidir.

Tarihin Osmanlı asırlarını okurken, gençlik ve toyluk haletiyle ecd adı akılsızlık, hatta basiretsizlikle suçladığım anlar olmuştur: Henüz lise son sınıf talebesi iken, siyasi hakimiyet vektörlerini Asya içlerine doğru yönlendirmek dururken Balkanlar üzerinden Orta Avrupa'ya ve Akdeniz sahillerine tevcih etmekteki büyük hatayı (!) tereddüt göstermeksizin işaret edebiliyordum; bu akılsızlığın sebebi olsa olsa Osmanlı sultanlarının devşirme vezir ve bürokrat kullanmaktaki manasız "gayrımilli" tutumu idi. O günlerde hiç unutmam, bir dava büyüğümüz Ankara'nın Yıba Düğün Salonu'ndaki bir konferansında "Osmanlı'da dönme ve devşirme" meselesinde bizleri irşad etmiş, konferans çıkışında cümlemiz, "Osmanlılar da bu işlerden anlamıyormuş; insan bu kadar haini Topkapı Sarayı'ndan içeri sokar mı?" safiyetine kilitlenmiştik. Türkçü dünya görüşünü tarihi realpolitiğin ortasına mıhladığınız zaman bir başka sonuç çıkması mümkün görünmüyordu.

Gençlik zamanlarımız, bütün dünya Türklerinin mümkünse siyasi, kabil olmazsa kültürel ve ticari işbirliğini hayal eden parlak bir tasavvurla kamaşmıştı. Orta Asya kapalı kutuydu; Türk dünyası ile bütün münasebetlerimiz siyasi şartlar yüzünden romantikti; gönül işiydi, sağlam bilgi ve gözlemden mahrumdu. SSCB dağılınca bu hissi alakayı, ilmi gözleme dönüştürme şansı doğdu ve bu mucizevi dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, en azından bedavadan önüne konulan "ilmi gözlem ve vakarlı temsil" şansını doğru ve iyi kullanamadı. Özal'ın vefatına kadar geçen kısa süre içinde sıdk-ı can ile çalışan bir avuç idealist siyaset adamı ve bürokratı tenzih ederek belirtmeliyiz ki Türkiye, bu fırsatı değil "nimet" olarak değerlendirmek, "sevinsiz bir sürpriz" olarak algıladı ve aynı idrakle vaziyeti bugüne kadar idare etti; Samsun'daki kurultay, işbu "idare" tavrının hala devam ettiğini gösteriyor.

Türk dünyası projesinin iki ayağı var ve her iki ayağı da güçsüz: Türkiye, görünürde ait bulunduğu siyasi ittifak bağlantıları yüzünden Türki cumhuriyetlerde "Batılı ağabey" rolünü oynamaya isteksiz; istekli olduğu anlarda ise güçsüz ve beceriksiz. Türki devletler açısından durum çok daha farklı; onların sadece siyasi ve iktisadi değil, sosyolojik problemleri de çok yoğun. Bu ülkelere ziyaret veya iş maksadıyla gidip dönenler gerçek tabloyu kısa zaman içinde bütün netliği ile görebiliyorlar; ama nadiren yazıyorlar; özeti şu: Türkiye ile Asya'daki Türk devletleri arasında; ancak "zaman" cinsinden bir bedelle telafi edilebilecek, sosyolojik tablo mesafeleri mevcut bulunuyor.

Karşılıklı iyiniyet yetmez: Türkiye'nin Asya'ya iyi eğitim görmüş nitelikli insanlarla, sermaye ile, teşebbüs gücü ile ve hepsinden önemlisi kendinden emin bir haletle yaklaşması gerek. Devlet adına Türk cumhuriyetlerine gönderilen en kıdemsiz memurun bile, adeta Paris büyükelçiliğine gönderilecek diplomatı seçer gibi ince elekten geçirilip gerekli evsafı haiz bulunmasına dikkat etmek lazım. Meselenin tafsilatına girmem imkansız; bu hususta işlenen hataları erbabından dinlerseniz ciltlerin kafi gelmeyeceğini fark edersiniz.

Bir çekicin demir aksamını altın yaldıza, bir demirin ucunu kırmızıya boyayıp örs üstünde demir döğmenin de sembolik bir anlamı var şüphesiz; en azından havanda su döğmekten iyidir; fakat asıl mesele örsün üstüne kalifiye elemanı, nar-ı beyza halindeki teşebbüs gücünü velhasıl dirayeti koyup döğebilmekte!

Sahi, bu kurultay Kıbrıs'ta yapılacaktı; ne oldu da Samsun'a alınıverdi birden?


Kaynak (Arşiv)