Alınganlık ve peşin hüküm, iletişimi öldürür
Geçen hafta yine öngörülebilir ve aslında önlenmesi gereken iletişim kazalarından birini daha yaşadım; bu hâdise, bütün milletçe nasıl bir zihnî iklim içinde yaşadığımızı göstermesi bakımından ayrıca ilginç ayrıntılar taşıyor.
Şöyle oldu: Yılın son günü Zaman’daki köşemde “Size bir Öz Kürtçe devrimi yapalım mı?” başlıklı bir yazı yazdım. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Diyarbakır’ı ziyareti esnasında Osman Baydemir’in bir Kürtçe sözlük hediye etmesinden yola çıkan fıkrada, devletin Kürtçeyi (Aynen Türkçe gibi) sahiplenip benimsemesi durumunda başına gelebilecek muhtemel hâlleri latife yoluyla anlatıyor ve gayet tabiidir ki esas olarak devletle dil arasındaki ilişkiyi eleştiriyordum.
Bu yazı, bazı heyecanlı genç Kürt okuyucular tarafından, “A, bu adam Kürtçeye ve Kürtlere lâf dokunduruyor, aşağılıyor” şeklinde anlaşıldı; üzüntü ve eleştirilerini bana sitem ve hakaret ihtiva eden mektuplarla bildirdiler; onlara tek tek cevap vermek yerine bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Bu mektuplardan bazı alıntılar yapmak istiyorum; böylece “zihin iklimi” derken neyi kastettiğim daha iyi anlaşılabilecektir; alıntılardaki imlâ hatâlarını düzelttim, mektupları kısalttım ve isimleri mahfuz tuttum.
IRKÇI, FAŞİST, HATTA KAZ!..
“Selamün aleyküm sayın Altan [!], nereli olduğunuz, nerde büyüdüğünüz hakkında bilgim yok ama, Türkiye’nin ortak değerlerinden yoksun bir şekilde büyüdüğünüz kelamlarınızdan anlaşılıyor.
Ben Kürt asıllı, Türkiye Cumhuriyeti’ne mensup bir vatandaşım. Devletin hiçbir idari kararına, kuralına karşı gelmedim ama kültürümü de unutmadım; başkasının kültürel değerlerine de ‘naapiciz’, ‘kuriciiz’ gibi kendi dilimi çirkinleştirerek kırpılmış dili kökünden budayarak ise hiç hakaret etmedim. Türkçenin arıtılmış hali mi zannediyosunuz? Yazınızda kullandığınız kelimelerin yüzde 50’si (Kürt ve Kürtçe kelimesi dahil) size yabancı, Türkçeleşmiş kelimeler. Hangi arıtılmış Türkçeden bahsediyosunuz. Biz Kürtçeyi, Zazacayı, Lazcayı zenginlik olarak görürken çıkıp da milliyetçilik yapmanın, haset etmenin anlamı yok. Bulunduğunuz kurum, derman kurumu, beraberlik kurumu, hizmet kurumu.”
Bir başka mektuba geçiyorum:
“Öncelikle siz bizi gerçekten sevmezseniz içiniz daha çok cız edecek bunu bilmenizi istiyorum. Ondan sonra bu durumda olmamızın tek sebebi sizin gibi düşünen insanların hâlâ Türkiye’de var olmalarıdır. Sizin gibiler var oldukça mahkemeler bilinmeyen dil demeye devam edecek. Kurulmaya çalışılan kardeşlik ortamı hep bozulacaktır.
Tehdidvâri bi köşe yazısı yazmışsınız. Sizi esefle kınıyorum. Yazıklar olsun. Özellikle Zaman gazetesinin böyle düşünen insanlara yer vermesine yazıklar olsun diyorum.
Türkler at sırtında koştururken göçebe bir hayat yaşarken Kürtler edebiyatla şiirle medeniyetle uğraşıyordu. Kürtler çok büyük bir suç işledi biliyorum: İlk başta Türklere kucak açmayacaklardı ve kesinlikle onların Müslüman kardeşliklerini bile kabul etmeyeceklerdi.”
Bir başkası...
“Bu yazı, bir dil manifestosudur. Hint-Avrupa dil ailesinin 6 bin yıllık geçmişinden süzülüp gelen Kürtçenin dil bildirgesidir. Farsça, Arapça ve Türkçenin bir lehçesi değil, bağımsız bir dildir Kürtçe. (…) Yeter ki fırsat tanınsın.
Size gelince yazar bey, öncelikle ayolsuz yazmanızı tavsiye ederim, yani erkek gibi! Sonrasında sayın Osman Baydemir’in sayın Cumhurbaşkanımıza hediyesine dil uzatmak sizin haddinize mi?”
Ve bir diğeri…
“Kürtçe hakkında söylemiş olduğunuz bu sözler, (…) küçümseyici, horlayıcı olmuş, hiç yakışık almamıştır. 85 yıldır bir dil kurumu olan Türkçede hiç yabancı kelime yok mu? Size bir örnek vereyim: Bütün kamu kurumları araçlarının üzerinde, şöyle bir ibare var: ‘Resmî hizmete mahsustur.’ Bana söyler misiniz, bu kelimelerin hangisi Türkçe?
Şu da bir gerçektir ki, bütün baskı ve yasaklamalara karşın, 40 bin kelimelik bir Kürtçe dili meydandadır, kimse bunu inkar edemez. İnkardan kimse hayır görmemiştir, hakikati kabul etmek insaniyetin ve islamiyetin bir gereğidir. Bir Kürt ve Müslüman olarak, Allah’ın (c.c.) âyeti olan dili küçümsemenizden dolayı sizi kınıyorum.”
Ve diğerleri:
“Sen Anadolu çocuğu olamazsın. Kim bilir sen kimsin? Anadolu Türkçesiyle alay eden sersem yazında kullandığın “vericezzz, alcazz” bu şiveyle alay etmek senin haddine midir? Eğer gerçekten o kafanda beyin varsa yazdığın yazıyı tekrar oku. İnanıyorum ki yazar arkadaşların da senin düştüğün bu duruma zavallılığına acımışlardır.”
…
“Türkçedeki çoğu kelimeler Kürtçede varsa o kelimelerin Kürtçeden alındığı kesindir çünkü Kürtçe bölgenin en eski dillerinden biri. Tabii senin gibi gazlar [Kaz demek istiyor!] bunu anlamazlar. Sen Kürtleri bırak, Türkler üzerine bir araştırma yap; bana sorarsan Türk diye bir ulus yok, bir dil yok bu derme-çatma, zorla oluşturulan faktörlerdir. Anadolu’da yetmişiki millet yaşıyor. Asıl Türk çok nadir, yüzde beşi geçmez. Senin anlayacağın bu ülkeyi yüzde beş yönetiyor. Geç aynada kendine iyi bak; hiç Moğollara benzeyen bir tarafın var mı? Türkler Moğol kökenli, sen ise karma-çatma bir suratın var. Sülaleni biraz araştır belki elli çeşit gen bulursun.”
…
“Bu günkü yazını hiç beğenmedim ve seni kınıyorum. Önce bir Kürt, daha sonra da bir insan olarak; aynı zamanda 15 yıldır Zaman gazetesine abone olan biri olarak. Biz Türkçenin içindeki yüzlerce Kürtçe ve binlerce yabancı kelimeyi de biliyoruz. Kürtçeyi böyle aşağılama hakkını sen nasıl kendinde bulabiliyorsun?”
…
“Sizin gibi birinin Zaman gibi bir gazetede bu toprakların, Mezepotamya’nın en kadim halkı olan ve Türklere Anadolu’nun kapısını açan bir halkın dilini bu kadar küçümsemen, dalga geçmen beni hayrete düşürdü, ancak böyle yazman sizin ne kadar sığ, basit hatta biraz da ırkçı-faşistçe yaklaşmanızı esefle karşıladım.”
ABARTILI ALINGANLIK İLETİŞİMİ MAHVEDER
Burada iki mühim hadise söz konusudur: İlki, anlaşılması için biraz genel kültür yanında orta derecede dilbilgisi ve elbette sağduyu gerektiren metinlerin, alınganlık sebebiyle gerçek meâlinden çok başka türlü anlaşılması; bu açıdan çok şikâyetçi olduğumu belirtmeliyim. İçinde biraz gönderme, biraz ironi, az seviyede zekâ ışıltısı (fazlasına zekâm müsaade etmiyor çünkü) taşıyan metinlerin başka yerlere çekilmesi garip ama yaygın bir gelişme olarak dikkatimi çekiyor. İkincisi ise, genç ve heyecanlı Kürt okuyucularımın yüksek alınganlık sergilemeleri. Alınganlık, her şahsiyet sahibinde belirli derecede bulunması lâzım gelen bir hassa fakat “Yağmur yağıyor/ Sen bana ördek dedin!” türünden alınganlıklar komik oluyor ve insanda sohbet ve empati kurmak arzusunu azaltıyor.
Anadillerini kötü fikirli ve art niyetli bir yazara karşı savunmak için kaleme sarılan gençlerimizin, kendi elimle düzelttiğim imlâ kusurlarını yüzlerine vurmuyorum fakat “okuduğunu doğru anlamak” -hangi ana dil söz konusu olursa olsun!- kaçınılmazdır; anadil evet anne sütü gibi sıcak ve kudsîdir fakat anlamı kavramaya yaramak kaydıyla.
Bu küçük ama taşıdığı temsil değeri bakımından önemsenmesi gereken iletişim kazâsında ben, alınganlığın haberleşmeyi imhâ etmesinde ne kadar tahripkâr bir rol üstlendiğini gördüm; aslında gizlisi saklısı yoktu: Kürt meselesinin hiç şüphesiz en büyük kısmını acılar, haksızlıklar, maddî ve mânevi yoksunluklar, kötü davranışlar gibi asla savunulamayacak unsurlar teşkil ediyor fakat arta kalan cüz’i kısmını da alınganlığın tetiklediği abartılar dolduruyor. İşte, sizin de dikkatinizi çektiğini tahmin ettiğim, “Kürtler çok büyük bir suç işledi biliyorum: İlk başta Türklere kucak açmayacaklardı ve kesinlikle onların Müslüman kardeşliklerini bile kabul etmeyeceklerdi” cümlesi, böyle maraza uğramış bir zihin ikliminin kötü çiçeği olarak fena kokular neşrediyor.
KEŞKE...
Sevgili gençler; keşke, tam olarak doğru anladığınızdan emin olmadan heyecanla size utanç verecek şu mektupları yazmasaydınız. Ben her birinizi şahsım adına affediyor, hatta lâyık gördüğünüz hakaret kelimelerini iadeye bile tenezzül etmiyorum. Keşke çalakalem, düşünmeden bir nefeste sıraladığınız hakaretleri yazmadan önce, muhatabınızın sizin anladığınızdan çok başka bir şeyden bahsettiğini ve aslında Kürtçeyi müdafaa ettiğini anlayabilmiş olsaydınız!