Ali Birinci
Bundan çeyrek asır evvel (çok değil 1984 yılında) şimdi yapmakta olduğum işin çok uzaklarında, bambaşka bir mesleğin alt basamaklarında evime ekmek götürmek için çalışıyordum; bu meslek muhasebecilikti ve muhasebecilik tabiatıma aykırı bir meslek gibi görünüyordu bana. O günlerde, "Ya Rabbi bana ta’bıma münasip bir iş nasib eyle" diye dua ederdim.
Günün birinde yine günlük kasa defteri hesaplarına gömülmüş hâlde rakamlarla cedelleşirken kapı açıldı ve içeriye orta boylu, gözlüklü, güler yüzlü genç bir adam girdi; çok nâzik bir tavırla ‘günaydın’ dedikten sonra "Ahmet Bey’i burada bulabileceğimi söylediler; kendisiyle görüşmem mümkün mü?" diye sordu.
Hayatımın akışı işte bu ziyaretten sonra değişti: Ziyaretçim Ali Birinci idi. O günlerde Ankara Hacettepe Üniversitesi bünyesinde çalışmakta olan Cumhuriyet Üniversitesi kadrosunun Sivas’a nakledilen genç mensuplarından birisiydi. Kızılırmağın öteki yakasına kurulan güzel kampustaki büyük binaların boş oda ve salonlarında kaybolmuş gibi duran az sayıdaki genç akademisyenden biri de oydu. Tarihçiydi. Aslen Trabzonlu olmakla birlikte Hendek’e göç etmiş bir ailenin oğluydu. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden benden üç veya dört yıl önce mezun olması bakımından aramızda bir "mülkiyeli" dayanışması olduğunu düşünenler yanılırlar. Mülkiyelilik dayanışması daha ziyade Ankara bürokrasisinin orta ve yüksek katlarında geçerli bir "asabiyye" neviidir. Mülkiyelilik, bizim sadece meyânımızda hoş bir tesadüften ibaretti.
Hemen kaynaştık ve o günden sonra arkadaşlıktan öte, kardeşlik hukuku içinde tarif edilebilecek bir samimiyet ve güven hâsıl oldu. O yılın sonunda Ali Birinci ve en az onun kadar aziz ve değerli dostum Hakkı Acun’un desteğiyle akademik hayata en ucundan atılmış bulunmaktaydım. Dualarım kabul görmüş ve ömrümü hesap defterlerinin değil, beşeri ilimlere dair kitapların arasında geçirmek fırsatının ucu aralanmıştı.
Sonraki dört yıl boyunca bu iki değerli insanla hemen her gün aynı mesaiyi paylaşma saadetini yaşadım. Sabah sekiz servisiyle başlayan günümüz, bazen öğle sularına kadar taşan tatlı bir sohbet ikliminde, elektrikli semaver ve çay bardaklarının bulunduğu masanın çevresinde başlıyor, ancak çok sonraları birer post-doktora dersi kıvamında olduğunu farkedeceğim yüksek sohbetlerle devam ediyordu. Öğleden sonrasını ise kitap "tetebbû’una" ayırmıştık; Ali Birinci’nin ev eşyalarının haricinde ayrı bir kamyonla Sivas’a naklettiği muhteşem kütüphanesindeki birbirinden cazip eserlerin sayfaları arasına gömülerek devam edip gidiyordu.
O kütüphane olmasaydı, şüphesiz hayatımdan bazı şeyler eksik kalırdı.
Hilâfsız, ömrümün en güzel, en mesut zamanlarıydı. Eğer o günlerde varlıklı biri olsaydım, devlete bana böyle bir imkân verdiği için üste para vermeye râzıydım; hamdederim ki bu minnetimi hiçbir zaman kaybetmedim. Henüz öğrencisi olmayan fakültemizin boş derslikleri ve çalışma odalarının arasında kendisine ciğerci dükkânı emanet edilmiş bir kedi gibi mutluydum.
Ali Birinci Sivas’a bir kamyon dolusu kitapla gelmişti; Sivas’tan ayrılırken kütüphanesi artık bir kamyona sığmayacak kadar genişlemişti; Ali Birinci’yi tanıyanlar, onun kitaplarla ülfeti hakkında bazı efsânelerden bahsederler ki mübalağa etmediklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Kira evinde oturduğu Sivas’ta bir asistan maaşıyla ev geçindirmek hiç kolay iş değildi ama Ali Birinci, kitapla okuyucu arasındaki ilişkiyi -kestirmeden- şu kıstasa bağlamış bir insandı:
-İyi kitabı görünce evvela alırsın, onun fiyatı tâli bir meseledir!
Hâl böyle olunca bazen, edindiği her kitabı eve götürmekten çekiniyor, evlerimizin mesafesi yakın olduğu için bazen sipariş edilmiş kitapların birkaç gün bizim evde emanette kaldığı vâki oluyordu; buna rağmen eşi Güzîde Hanım’ın "kitap ve kadın" ilişkilerinde hemcinslerine örnek olacak derecede misalsiz bir sabır gösterdiğini zevkle belirtmek isterim.
Ali Birinci’yi bir insan olarak târif eden ilk sıfat "kitapseverlik"ten de önce nezâket ve insanlara karşı gösterdiği sınırsız iyi niyet ve itimattı; bu özelliğinden ötürü bazen hayal kırıklığına uğradığı olmuştur. O günlerde yakın arkadaş çevremiz içinde bazılarının, "Bu adam niçin bu kadar nâzik; acaba bizi aldatmak mı istiyor?" yollu tereddüdlere kapıldığına şahit olmuş, üzülmüştüm; nezâketin başka türlü bir ard düşünceye hamledilmesindeki tedirginlik hissi beni yaralamıştı; hattâ onun Mülkiye’de İçişleri Bakanlığı bursu ile okuduğunu öğrenenlerin, "Acaba polis mi?" diye zihin karışıklığına uğradığını da biliyorum. Neticede dört yıl sonra Sivas’tan Ankara’ya naklederken onun Polis Akademisi’ne gittiğini öğrenenler, "ben zaten tahmin etmiştim" diye kirli imâlarda bulunmaya kalkışınca şöyle söylediğimi hatırlıyorum,
- Aramıza polis muhbiri olarak kamyonlar dolusu kitapla gelen birisini görevlendirdiği için ben bu devlete saygı duyarım; keşke öyle olsaydı! Keşke devlet her gizli polisi böyle nitelikli adamlardan istihdam edecek kadar zengin bir beşeri kadroyu el altında bulabilseydi!
Bu târizi anlayan olmuş muydu bilmem fakat bugün Ali Birinci, yaşayan tarihçi kuşağının parmakla gösterilir isimlerinin başında geliyor. Kitaplarını tâdâd etmeye lüzum yok, onun tarihçilik ehliyetine, en sıradan makalesindeki emek, dikkat ve itina yeterince şehâdet eder.
Sivas’ta tarih kürsüsünü kuran Hakkı Acun ve Ali Birinci’nin yakın zamanlarda Ankara’ya dönmelerinden sonra kolu-kanadı kırık biri gibi kalmıştım; benim için zor günler başlamıştı. Sonraki görüşmelerimiz hâliyle seyrekleştiyse de beraberlik günlerimizin tatlı hatıraları asla parlaklığını kaybetmedi.
Ömrümde "dost" demeye lâyık az sayıdaki insanlardır: Hakkı Acun’a ve Ali Birinci’ye daima minnettarım ve bu duyguyu toprağıma kadar taşıyacağım.
Prof. Dr. Ali Birinci’nin Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanlığı’na atanacağı yolundaki haberleri, "ben kasaptaki ete soğan doğramam" nüktesiyle cevap vermesi, onun bir başka ender rastlanır meziyetine işaret ediyor: Ali Birinci, sadece yazarken değil, özellikle sohbet esnasında konuşurken tadına doyulmayan ve geniş müktesebâtını zarif ve zekî espriler, anekdotlarla üslûba çekmeyi başarmış bir mîr-i kelâmdır. Kitâbî bilgiye her zaman ulaşabilirsiniz fakat ilmini irfânla mezcederek şeker kıvâmına getirebilen adamlar artık kolay yetişmiyor.
Uzun lâfın kısası deyip geçmek zor, -zira dört yıllık mesai kardeşliğinin ve çeyrek asırlık tanışıklığın hikâyesi anlatmakla bitecek gibi değil-, ezcümle Prof. Dr. Ali Birinci’yi TTK Başkanlığı ile yan yana getiren bürokratik tahayyülün elini öpmek isterim. Bu tâyin, "liyâkat" kavramını izah ederken misâl gösterilecek kadar isabetli olmuştur.
Sevgili hocam, ağabeyim, meslektaşım ve kardeşime yeni görevinde azîm muvaffakiyetler ve hitâmında yüzaklığı diliyorum. Allah mahcub etmesin ve yardımcısı olsun.