Aleviler bunu hak etmiyor
Eğer bir Alevi olsaydım, “Ali’yi sevmek Alevilikse ben dört dörtlük Alevi’yim” sözünü işitince şöyle düşünür, “Sen beni sadece yanlış anlamıyorsun; yanlış anlamakta sistematik bir ısrar içindesin” diye derin bir kalp kırıklığına kapılırdım.
Biraz empati yapalım: Lâteşbih, bir gayrimüslim çıkıp, “Müslümanlık yalan söylememek ise ben dört dörtlük Müslüman’ım” diyerek bizi anladığını ileri sürse ve hatta bununla iktifa etmeyip, “Ben sizi sizden iyi anlıyorum; fakat ne yazık ki siz ne istediğinizi iyi bilmiyorsunuz” imâsında bulunsa en azından sinirlenmez miyiz?
Aleviliğin Hazreti Ali’yi sevmekten ibaret bulunduğu faraziyesi –eğri oturup doğru konuşalım- biz Sünnilere mahsus anlam çerçevesidir ve en kibar tabirle hayli eksik bir tabirdir. Eksikliğin ne olduğunu teologlar tartışadursun, usûl açısından yapılan yanlışın altını çizelim: Bir inanç dairesinin, bir başka inanç dairesini tarif etme hak ve yetkisi yok.
-Ama efendim, Alevilik ayrı bir inanç, farklı bir din değildir ki; lütfen ehl-i kıble Ehlibeyt muhibbi kardeşlerimizi dışlamayalım, deyip duruyoruz yıllardır. Yıllarca düşünüp durduktan sonra, sırtını devlete yaslamış Sünni doktrinin bulabildiği en te’lifçi görüş bu işte.
Aleviliği tarif etmek arzusunu sadece Sünnî itikad sahibi teologlara isnad edersek haksızlık olur. Alevi meselesinde asıl ters köşeye yatan devlettir bizzat.
Şu sebepten ötürü: Türkiye Cumhuriyeti devleti, nüfusun ekseriyetini oluşturan Sünni Müslümanları kontrol altında tutmak için Diyanet adı altında bir bürokrasi teşkil etti. Bu kurumun esasen “İslâmî” olup olmadığı tartışmasına girmem, lâkin duruşundaki gariplik fark edilmelidir: Laik cumhuriyet idaresi bütün alanlarda İslâm kültürünü yaşatan ve üreten kurumları sıra dayağından geçirirken, “Camiler genel müdürlüğü” mesâbesinde bir din bürokrasisini destekleyerek Müslümanlara, “İşte sana cami, işte hoca; git dinini yaşa, bak karışıyor muyum?” ikramında bulunmuştu. Bu garip çelişkinin sebebini pek anlamamakla birlikte ikramdan hoşnut kaldığımız söylenebilir. Devletimiz dinsiz filan değildi işte, imamların maaşını bile ödüyordu; daha ne olsundu. Bir de Türkçe ezan okutmasaydı daha iyi olacaktı ama...
O günlerde, “Cuius regio eius religio” vecizesinden haberdar olanımız yoktu pek (Devlet kiminse din de onun hükmüne tâbidir mânâsında)...
Devlet aklı Sünnî doktrini itaat altına alıp evcilleştirirken, ehl-i sünnet dışındaki inanç yollarına sanki hiç yokmuşlar gibi baktı. Ondan ötürü şimdi Aleviliğe devlet içinde bir mesned ararken, “Yok ayrımız gayrımız, biz de Hazreti Ali’yi çok severiz; işte camiler açık, ârıza çıkarmanın da mânâsı yok”tan başka söyleyecek söz bulamıyor.
Her Alevi vatandaş, bir Sünnî’nin istifade ettiği kadar devlet şemsiyesinde gölgelik edinme (veya edinmeme) hakkına sahiptir. Her defasında Alevîleri anlayışsızlıkla karşılaşmaktan çıldırma raddelerine getirmek yerine baştan beri eğri çizilmiş “devlet-din” ilişkilerini düzeltmek daha iyidir; “bu kadarına gücümüz yetmez” deniliyorsa, her vesile ile “Ben de Aleviyim” diye ortaya atılmamak da fena tedbir değildir.
Alevilik, bir cümlede tarif edilecek bir olgu değil, ayrıca tek olgudan ibaret de değil ama bu Alevilerin düşünmesi ve eğer isterlerse çözmesi gereken bir mesele; kendilerini nasıl tarif ediyorlarsa ona itibar etmeli. Bu arada birileri Ankaradakiler’e söylesin: “Cuius regio eius religio” prensibi, 16. yüzyıl ortalarında akdedilen Augsburg barışı’nın çözüm formülüydü ve farklı mezhep taşıyanlara, “Kardeşim, hangi prensin tabiyetini tercih ediyorsan, git onun dinini kabul et ve artık mızmızlanmayı bırak” anlamını taşıyordu pratikte. İyidir, problem çözmüştür ama bir kusuru var; çoktandır demode oldu.
Lütfen Alevileri daha çok ciddiye alalım; bunu hak etmiyorlar.