Akıllı olalım: "Elimiz mahkûm"
1920 Senesinin 23 Nisanı'nda toplanan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi, dünya görüşü ve sınıf menşei itibariyle birbirinden son derece farklı ve zengin bir kompozisyon gösteriyordu.
Bu meclis üç yılı aşkın bir süreyle Türklerin yirminci yüzyılda karşılaştığı en kritik buhranı başarıyla yönetti ama kendini devam ettirmeyi başaramadı; 1923 yazında tazelenen seçimlerde "muhalif" diye markalanan mebuslardan sadece biri, Gümüşhane Mebusu Zeki Bey yeniden Meclis'e girmek fırsatını bulabilmişti.
Olağanüstü dönemlerde ideolojik bakış açısı ikinci planda kalıyor; 1921 Ankara'sında Liberallerle Devletçiler, Bolşeviklerle Hilafetçiler kendi programlarını değil, Meclis'in müştereken ürettiği politikaları desteklediler; bu esnada koydukları muhalefet şerhleri ise Meclis kararlarını etkiledi. 1923 Yazı'nda yapılan seçimler, zaferden sonra Meclis'teki içtihad ve fikir hareketliliğine müsaade edilmeyeceği hesabının eseridir ve bu seçimler yeni yönetimin ilk inkılabı sayılması gereken ölçüde önemli bir hadisedir.
Milli Mücadele'nin en bariz karakteristiği, Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında sınırların yeniden çizildiği bir ortamda topyekûn bir milli siyaset takibinin kaçınılmazlığını hissettirmesiydi. "Yeniden Milli Mücadele" kavramı, 80 yıllık yakın tarihimizde sıkça ısıtılarak gündeme getirildiği için bir yerde anlamı aşınmaya uğradı ama fark edilmelidir ki bölgemizde harita bir kere daha değişmek üzeredir ve dış konjonktür bugünlerde yine iç gelişmelere fiilen galebe etmiş durumdadır. Amerika Birleşik Devletleri, artık pişmiş aş mesabesinde kıvamlandırdığı muhtemel Irak saldırısının ötesinde bazı Müslüman Güneydoğu Asya ülkelerinde yeni dünya hakimiyeti stratejisinin ön hazırlıklarını adım adım geliştirmektedir. Önümüzdeki günlerde Irak ve dolayısıyla Filistin bölgesinde pekiştirilecek ABD hâkimiyeti, belki önümüzdeki sene Güneydoğu Asya bölgesine sirâyet ettirilecektir.
Böyle bir vasatta Türkiye'deki seçimlerin maalesef gayet tâlî bir önem taşıdığını kabullenmek durumundayız. Seçimlerin, siyasi hayatımızda bazı figürlerin tasfiyesi ve yeni figürlerin sahne almasından başka bir sonuç doğurmasından başka bir şey getirmeyeceğini biliyoruz. "Yeni figürler ortaya çıkacaksa, daha ne olsun" diyebilecek durumda değiliz; yeni figürlerin hareket imkânı sınırlı, kapasiteleri mahdut ve gelecekleri belirsiz. Heyecan uyandırmayan bir değişimin arefesindeyiz ve bu yüzden siyasi figürlerin ideolojik kimliği fazlaca önem taşımıyor.
Herkes, güneşin her sabah doğudan yükseleceğini andırır bir kesinlikle ABD'nin Irak'ı vuracağından ve dolayısıyla Türkiye'nin bu gelişmeye mânâsız bir inatla direniş göstermesi yerine bu patırtıdan en kârlı şekilde pozisyon alması gereğinden bahsederken, mefhumun muhalifinden hareketle Türkiye'nin dış siyaset üretmekteki aczinin de altını çizmiş oluyor. Buna, çok bilmiş bir edâ ile "reelpolitik" diyorlar. Reelpolitiğe göre Türkiye, kısmen bazı komşuları üzerinde galebe edebilen bir bölge gücüdür; içerde ise şartlar ne olursa olsun sistemi muhafaza edebilecek ölçüde güç bulundurmasına müsaade edilmektedir. Hepsi o kadar. Bize bir "dünya aktörü" olmadığımız nobranca hatırlatılıyor. Yıllardan beri Türkiye'nin potansiyel gücünü bozucu ve kararsız hale getirici destabilizasyon politikalarının hangi günler için hazırlandığını bugün daha iyi görebiliyoruz. Dünyanın çehresi değişirken, biz Cahit Sıtkı'nın şâirâne benzetmesiyle "tarifsiz" borçlar altında iktisadi bir kramp haleti içinde bulunuyoruz. Fikri ve kültürel müştereklerimizin bulunduğu doğu dünyası ile ilişkilerimiz, "diplomasi tâbiriyle" maslahatgüzarlık seviyesinde; buna mukabil fikri ve kültürel müşterekler bulmak için iki asırdan beri kendimizi helâk ettiğimiz batı dünyası, bizi, "aynı tabirle" maslahatgüzarlık seviyesinde bir ilişki çerçevesine koyuyor.
Çokbilmişler bize "akıllı" olmamızı öğütlüyorlar; "akıllı ol ve fırsattan en iyi şekilde nasıl istifade edeceğine bak". Ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranamayan biçimsiz politik durumumuz, dar günde bizi uysal olmaya zorluyor. Buna mukabil sayısı otuzu"kırkı bulan sayıdaki siyasi partilerimizin üretebildiği en mânidar politika, "akıllı olalım"dan ibaret.
Akıllı olalım; IMF'nin va'zettiği ekonomik programı dogma imiş gibi tatbik edelim, Avrupa Birliği'ne darılmayalım, Amerika'ya karşı çıkmak çılgınlığını düşünmeyelim. Bu durumda siyasi partilerimizin birer politik içtihat sahibi olmasının veya ideolojik tavır almasının mânâsı da kalmıyor: Milliyetçilik fikrinin içi çoktan boşaltıldı, Sosyalizm kendi yâresini saramıyor, İslâmcılık kendi eliyle hazırladığı çıkmazın içinde debelenmekle meşgul, Liberaller inandırıcı olamamak derdinde vb.
Şurası kesin: 1919 Yılının 19 Mayısı'nda Samsun'a ayak bastığında Mustafa Kemal Paşa'nın siyasi manevra alanı, bugünle kıyaslanmayacak derecede geniş ve zengindi. ABD, dünya hükümranlığını pek berbat bir üslupla yeniden tasarlarken bu kadar "eli mahkûm" kalmamalıydık.