Âkıbetiniz...

Bu gidişatın gidişat olmadığını siz de hissediyorsunuz değil mi; siz, yani olup bitenlerden memnun görünen, “Dağ gibi liderimiz, kapı gibi iktidarımız, koç gibi teşkilatımız oldukça daha nice komployu yarar geçeriz” diye düşünen arkadaşlar...

Tamam, attığınız her ok daha havada iken yere düşmeden kebap oluveriyor; atılan yanlış adımlar, siyasi gaflar, yanlış politikalar, tedbirsizlik ve hatta aptallıklar bile etkili algı yönetimi sayesinde kâr hanenize yazılıyor. Bürokrasi ağzınıza bakıyor; emniyetiyle adliyesiyle hatta jandarmasıyla güç ibresi sizden yana bükülmeye başladı artık... Basın derseniz sizden bile hevesli; yayınlarıyla her saçmalığın etrafını tezhiple süsleyen bir vazife aşkıyla “çalışıyor”. Milli irâde derseniz iktidarına hayran; “Sen ne yapsan da vardır bir hikmeti; senden gönlümüz asla vazgeçmez” niyâzıyla dudakları kıpır kıpır...

İş dünyası, aşkını ayan-âşikâre serenatlar yaparak ilân etmese bile pek mânidar şekilde emrinize mûtî; diliyle dişinin arasında “ama böyle de olmaz ki” diye mırıldansa da, “Ne diyorsun sen bakayım, ayağa kalk da yüzüme söyle” diye azar yediğinde, “hık-mık; haklısınız efendim, ben kendi kendime öyle mânâlı mânasız saçmalayıp duruyorum, her emrinize muntazırım” diyerek kısa günün kâr ü kisbine bakıyor: “Benim bankama dokunmayan...”

İçinizden, “Bu gidişat iyi değil dostlar, aklımızı başımıza alalım” diyebilecek bir deli bile çıkmıyor. Bu kadar ‘âkil’, akla ziyan!

Bir deliniz bile yoksa ne gam, bir otobüs dolusu entelektüel çamaşır yıkayıcınız var.

Hâsılı bu kadarını siz bile beklemiyordunuz değil mi? Önceleri vicdanlar ayağa kalkıp “dur bakalım arkadaş, ne yapıyorsun” diye sorar zannediyordunuz; başlarda pek tedirgin, mahcup, hatta suçluluk telâşı içindeydiniz. Höt-zöt’ün işe yaradığını farkedince cesaretiniz geldi, “Biz bağırdıkça bunlar siniyor yahu; o zaman daha iyi bağıralım” demeye başladınız; öyle bir üstünlük hissi geldi ki, aranızdaki çürük elmaları bile çöpe atmaya kıyamaz oldunuz.

Ama yine de bu gidişatın gidişat olmadığını, hayırlı bir âkıbete doğru seyretmediğini bilenler var hâlâ aranızda. “Bu kadar fazla açılmasak; bu kadar kin biriktirmesek, mâsumlara bu kadar cevr ü cefâ etmesek” diye için için sancılandığı halde, kötü not almamak, beyefendilerin hışmına uğramamak için sesini kesip kendi köşesinde yoğurdunu kaşıklamakla yetinenler olsa gerek birkaç tane...

Benim fikrimi itibara alıp gidişâtınıza şu noktadan sonra çekidüzen vereceğinizi beklemiyorum. İstikametiniz bellidir, varış yeriniz de...

Şu hâliniz bana ‘Amok koşucusu’nu hatırlatıyor. Nasıl anlatayım; Malezya veya Hindistan dolaylarında rastlanan bir nevi cinnet durumu, bir asabiyet infilâkı... Kişiye Amok krizi geldiğinde eline geçirdiği ilk öldürücü âletle koşmaya başlıyor ve önüne gelen herkesi mahvetmeye çalışarak koşuyor, koşuyor; tükeninceye veya kendini helâk edene, ettirene kadar koşacaktır...

Âkıbetiniz iyi değil, sebebi de şu: Sözün bir şeyler ifade ettiği durağı çoktan geçtiniz. Çok âşikâr zulüm ve haksızlıklara şahit olduktan sonra korkuyla veya “şimdilik bana ilişmiyor, üstelik işime de geliyor” duygusuyla kendini uyuşturan kitlelerin kapıldığı, “şimdilik işler yolunda gidiyor” iyimserliği, Amok koşucuları gibi tüketiyor sizi. 30’lu yıllarda Orta Avrupa’da orta sınıfların aynı tarihi tecrübeyi geçirdiğini kaçınız bilip anlayabilir; ki onların yaşayan torunlarına bile sirâyet etmiştir bu genetik suçluluk duygusu... İşte o yüzden tarihlerinin o faslını hiç yaşanmamış gibi üstü kapalı geçmeyi tercih ederler.

Sahi, tarih okumazdınız siz; hele Avrupa tarihi hiç; okusanız ne iyi olurdu. Avrupa’nın yakın tarihi, bizim geleceğimizi anlatır okumasını bilene.** [email protected]**


Kaynak (Arşiv)