Ah, yazık!
Şu nokta açıkça kesinleşti ki, olup bitenleri anlamak için yeni bir zihnî yaklaşım, yeni bir cihaz kullanmak zorundayız. Günseli Ocakoğlu’nun, “Zamanın ruhunu yakalayamayan siyasîler Y’leri nasıl anlasın!” başlıklı yazısı sadece siyasetçiler için değil hepimiz, özellikle toplumu doğru izlemek ve anlamak ihtiyacında olanlar için değerli dikkatler ihtiva ediyordu.
Bundan on gün önce, esasen “Beyaz Türk” menşe’li olmakla birlikte yeni gençliğin sürüklediği şu protesto hareketini öngörmek mümkün değildi. On günde -iyi veya kötü olması bir yana- önemli gelişmeler yaşandı. Öngörmek belki mümkün değildi ama olup biteni doğru anlamak ve rüzgârı en uygun açıyla yelkene doldurmak pekâlâ mümkündü. O noktada şahsi eleştirilerimi sizlerle paylaştım. “Yanlış değerlendirmede bulunmuşum” diyebilmek beni üzmezdi, hatta mutluluk bile duyabilirdim ne var ki hâlâ ilk günkü yerde durmak gerektiğini hissediyorum.
Yeni Türkiye’de siyasi hayat, bugünün genç kuşaklarınca önemsenen değerler ve araçlar üzerinden tecelli edecek; bu açık. Öngöremediğimiz ilk şey buydu; ikincisi ise devlet adamlığı vasfına öteden beri itimad ettiğim Sayın Başbakan’ın şahsi sezgi ve tecrübelerinden ötede bir değerlendirme şeklini ısrarla reddetmesi oldu. Gezi eylemcilerinin talepler listesine dikkatle bakalım: onların talep ettiği şeyler, zorluk derecesi itibarıyla AK Parti’nin on yıllık süreçte gerçekleştirebildiklerinden daha imkânsız şeyler değil. Bir yerde eylemcilerin henüz havsalasından bile geçmeyen şeylerden daha zorunu bu kadro başardı. “Gezi”cilerin talepleri özü itibarıyla bir öfke nöbetinin yansımasıdır ve siyaseten yönetilebilir bir mahiyet taşıyor. Öfkeyi öfkeyle, hatta mütekabil bir dirençle (inat dememek için kendimi zorluyorum ama nafile!) göğüslemek ise Başbakan’ın tercih ettiği yol.
Başlangıçta bu, bazı gençlik guruplarının tetiklediği öfkeli bir protestoydu ama artık değil galiba. “Tencere tava, hep aynı hava” nitelemesinin hoşluğu sadece kafiyesinde; bu cümle siyasi maliyet itibarıyla Sayın Başbakan’ın henüz bir türlü göremediği derecede ağır bir zayiat tablosu ortaya koyacak gibi görünüyor. Önümüzdeki bir yıl içinde halkın önüne konulacak seçim sandıklarından tecelli edecek sonuç, tencere tava tıkırtılarının temsil ettiği vahim öfke atmosferi içinde, üzerine titreyip durduğumuz istikrarlı gidişatı kaotik bir tünelin karanlığına mıhlayabilir. Bazıları, benim şahsımda gazetemin yayın çizgisini telmihen “Gemiyi önce terk ediyorsunuz” yollu sitemlerde bulunuyorlar. Onlara, “Gemiyi terk etmek için evvela binmiş olmak gerekirdi” diyebilmek isterdim ve bu pek hoş ve doğru bir edebiyat örneği olurdu ama mesele bu kadar basit değil. Hükümetin istikrarlı çizgisi, partili partisiz, öfkeli veya sakin herkesin tutunmak durumunda olduğu bir mevki. İstikrarın kaosa dönüşmesini istemiyorum ve istikrarı sürdürmek için -hâlâ- çok basit ve maliyetsiz adımların bir türlü atılmamış olmasını anlamakta güçlük çekiyorum.
Bir topçu kışlasının kadri, bütün toplumun istikrar ve huzurundan daha mı âlâ, daha mı yücedir? Bu kışladan vazgeçmemek, Türkiye’yi on yıldan ziyade başarıyla yönetmiş bir kadro için hangi sebeple inatla savunulacak bir mevzii haline gelmiştir? Sert rüzgârı yelkene doldurup hızlanmak veya hırçın dalgayı elverişli bir dümen hareketiyle enerjiye çevirmek dururken, “Kimse kusura bakmasın, vazgeçmeyeceğiz” noktasında durmak nasıl bir siyasi aklın eseridir bilmiyorum. Az önce bir mektup aldım, diyor ki, “Sevgili Turan Alkan, biz AK partililer sokaktaydık, Başbakanımızı karşıladık, sizin sokağa çıkmanıza gerek yok çünkü hiçbir zaman AK Partili olmadınız.” Doğru söze ne denir, lakin söylemeden duramayacağım, şu kadarcık aklım olsa ne güzel uykular uyurdum ben!