Ah o onbeş dakika!
Hayır, AB konusu kabak tadı verdi artık; kendi yazdıklarımı okudukça "değer mi?" diye düşündüğüm oluyor? Kimin ne kadar karın ağrısı varsa AB üzerinden tedavi ettirmek niyetinde; bu durumda meseleyi gereğinden fazla ciddiye aldığıma hükmediyorum; filmden etkilenmek başka şey ama filmi gerçek zannetmek daha başka.
Evet film acıklı, kız verem oluyor, oğlan başını alıp gurbetlere gidiyor ama AB ile aramızda olup bitenlerin hepsi bir kurgu aslında. Defalarca seyrettiğim için sonunu biliyorum; kendime kızgınlığımın sebebi şu, "filmi seyrettim, kötü bitecek" diyorum, etraftan "gürültü etme de biz de sonunu görelim" homurtuları yükseliyor.
İyi ya seyrediniz efendim, ben mevzu değiştiriyorum zaten!
İyi başlıyoruz, etkili olan biziz; beklentinin aksine orta sahamız dinamo gibi çalışıyor. Okan'la Emre, nice maçtır ilk defa iyi top oynuyorlar. Hele bu dakikalarda Nihat'ın attığı bir serbest vuruş var ki, o topu direğin bir karış yakınında ve yerde bloke etmek her kalecinin harcı değil. İbrahim kardeşimizi solbekte görünce, "iyi seçim" diyoruz; "hücum görevlerinde saçmalasa da savunma anlayışı iyi, faydalı olur" diye alkışlamaya kalmıyor, İbrahim Danimarkalının tek kolunu kaptığı gibi güreşte "grand teknik" denilen bir hamleyle çimlere yapıştırıveriyor. Tuş ve penaltı. Eyvah! Ardı gelir bunun; çünkü sol tarafımız kırmızı halı serilmiş koridor gibi, selam veren geçiyor.
Maçın henüz üçte biri oynanmış; kalemize gelen ilk atağı gol yaptırmışız ama bu skorun altında kalacak top oynamıyoruz; maç onbirer kişiyle de sürse gidişat müsbet. O da ne; mucize, rakibin en hızlısı enayice bir ağız dalaşı yüzünden oyundan atılıyor; büyük şans. Danimarka, mahalle maçlarında bile yaşanmayan bir didişme yüzünden eksilmenin paniği içinde. Teknik adamları arpacı kumrusu gibi yerine mıhlanmış çare düşünüyor.
Yıldızın parıldadığı an bu işte; yıldız bize parlıyor ama bizim kenar yönetimi önümüze altın tepside sunulan şansı görmüyor ve ilk devrenin kalan onbeş dakikasını, Danimarka'ya toparlanma ve devre arasına galip giren takım olma fırsatı tanıyor. Belki, "İbrahim'e ayıp olur" diye düşünüyor. Zaten garip bir durum var; Danimarkalı yönetmen ikide bir bizim teknik adam yerine federasyon yetkililerden birini gösteriyor. Resmen eblehlik yani. "Acaba" diyorum, "Ersun hocaya yediği bir şey dokundu da hastaneye filan mı kaldırıldı?" Değilmiş, yönetmen bizim takımın hocasını tanımıyormuş. Bizim hoca ise oyunu okumuyor. Rakip sallanıyor; biz de sallanıyoruz. "Ah be hoca, bir kişi fazla oynuyoruz, adamların yarı sahayı geçecek halleri yok; al orta sahaya Necati'yi, boğ adamları kendi sahalarında" diye kendimi paralıyorum (şâhitlerim var).
O çok değerli onbeş dakikayı harcıyoruz resmen. Dünkü gazetelerde Hoca'nın kenardan çok iyi maç yönettiğini yazan futbol yorumcularına bakıyorum; kimse bu onbeş dakikanın hesabını sormuyor. Millet halinden memnun, mütebessim ve keyiften beşgen. Bu dakikaları boşladığımız için farklı kazanabileceğimiz maçı berabere bitirdik; bizimkiler ise hâlâ "Danimarka'ya üç puan vermedik" havasında. Birader o hesap maçtan önceki hesaptı, otuzuncu dakikadan sonra üstün duruma geçtin ve maç üç puanlık maç oldu.
İkinci yarı öngördüğüm değişikliği kısmen yapıyor ama eksik Danimarka dinlenmiş, durumu değerlendirmiş ve taktik mantığına yeniden kavuşmuştur. Artık iş daha zor ama sahada dünyalar tatlısı bir hakem var. Bizim ligde olsa yüzlerce yıl tartışılacak bir penaltıyı çalıveriyor ama direkler de kuzeyli çıkıyor. Ardından yine baskılı oyun ve şahane bir gol. Ersun Hoca Danimarka'yı yenebileceğini fark etmiştir, kenardan ileri işaretleri yapıyor ama baskın fırsatı kaçmıştır. Danimarka gibi bir takımın bileği ise ancak bu kadar bükülür!
Eh, yoktan iyidir işte!