Ah Nâzım, ah Muallâ!..
Abdullah Kılıç'ın Radikal'de yayınlanan önemli haberi, lâyık olduğu yankıyı bulmadı, halbuki bu haber, yakın tarihimizin bilinen ama fark edilmeyen önemli gerçeklerine ışık tutuyor.
Nazım Hikmet Marksist, daha doğrusu o zamanlarda çok bilinen kavramla komünist kimliği ile tanınan bir şair ve yazardı. Abdullah Kılıç'ın Cumhurbaşkanlığı Arşivi'nde bulduğu ve Atatürk'e hitaben kaleme aldığı mektubunda Nâzım, Türk donanmasını isyana teşvik ettiği ithamıyla açılan dava üzerine suçsuz olduğunu şu tez üzerinden iddia ediyor: "Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki suçsuzum." Devamında, "Yurdumun ve inkılabçı senin karşında alnım aktır" diyor. Hakkındaki isyana teşvik iddialarını, yüksek askerî makamların, devlet ve adaletin, "küçük bürokrat ve gizli rejim düşmanları tarafından aldatıl"dığı gerekçesiyle reddediyor; "Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılab ve yurd haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim" diyerek bu suçu işlemesinin ne kadar saçma olduğunu ileri sürüyor. Üzerindeki ithamın ancak Atatürk'ün müdahalesi ile kaldırılabileceğine inandığını söylüyor. "Başvurabileceğim en inkılâbçı baş sensin" diyor ve ilâve ediyor: "Kemalizmden ve senden adalet istiyorum."
Hazin satırlar... "Ben deniz kızı Eftelya değilim" efsânesiyle Atatürk'ün davetini reddettiği yolundaki efsaneyi yerle bir eden bir mektup.
Ne ilginçtir ki Abdullah Kılıç'ın dün yayımladığı Fikret Muallâ mektubu da aynı mahiyeti gösteriyor. Dünya çapında kadri bilinen ama problemli bir ressamın Atatürk'e yazdığı satırlara dikkat edelim: "Büyük komutanım, size yalvarıyorum. Bana hürriyetimi, eski şerefimi, boyamı, fırçamı verin. Ben de buna mukabil bir söz veriyorum. Yine milletimin ve timsali bulunduğumuz cumhuriyet idaresini fırçamla müdafaa edebileyim."
Sanatkârlarını bu derece rejim yandaşı gibi görünmeye sevk ettiği anlaşılan bu satırlar, Cumhuriyetimizi onurlandırmıyor; bilakis onun işleyişi hakkında derin düşünceye sevk ediyor bizi.
Benim bu mektuplardan çıkardığım mânâ, tek parti devrinde adli mekanizmanın, özellikle politik davalarda hiç de güvenilir bir kurum olmadığı, liderin devletten ve adli cihazdan daha çok güç kazandığıdır. Biz bu ayrıntıları bilir fakat fark etmeyiz.
Atatürk'ün bu mektubun gereğini yerine getirmediğini, Nâzım'ın donanmayı isyana teşvik davasından 28 yıl hapse mahkûm edildiğini biliyoruz; bildiğimiz bir başka gerçek, Nâzım'ın Atatürk henüz yaşarken on kere daha yargılandığı, toplam 12 sene hapiste kaldığıdır. Nâzım, yaşarken de sıradan bir isim değildi, dolayısıyla onun rejim tarafından gördüğü muamele, Atatürk yönetiminin o devrin solcularına hoş gözle bakmadığı anlamına gelir; buna mukabil o devrin solcuları, Kemalizm'i yere göğe sığdıramazlar; bu çelişkili tutum hâlâ sürüp gider. Solcularımız tek parti devrindeki bütün seyyiâtı İsmet Paşa'ya, hasenâtı ise Atatürk'e yazmak konusunda genellikle fikir birliği içinde görünürler.
"Solcu" derken ister istemez genelleme yapıyoruz ki, Türkiye'de solun başlıca kadersizliği de burada yatıyor; önceleri Bolşevik ihtilâlini andırır zecrî metotlarla bazı sosyal sınıfların tasfiyesini alkışlamak, tek parti sultasının şiddetini meşru görmek ve göstermek, toplumun parti eliyle dönüştürülmesini desteklemek ama tek partinin hışmına uğrayıverince şaşırmak, şaşakalmak...
Bugünün CHP'sini, toplumun sempatisinden uzakta tutan bu yanılgıdır. CHP, tek parti devrinin bütün sevimsiz izlenimlerini, bu mirasla hesaplaşmak yerine titizlikle bağrında büyütüyor; aynı tarzda politikalar geliştiriyor. Bu çelişkinin en yaman tasviri Dersim Kanunu'nu ve tenkilini uyguluyan partinin başında bugün yine bir Dersimli'nin "genel başkan" postunda oturmasıdır.
Bu yaman çelişkiyi de daha önce görmüş ama fark etmemiştiniz değil.