Adl!..

Hukuki bilgi yanlışı yapabilirim; ama mantığımın sevkiyle düşünüyorum; Abdullah Öcalan'ın daha işin başında, İmralı adasında kurulan bir Devlet Güvenlik Mahkemesi yerine, diyelim ki Ankara'da I. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanması daha doğru olmaz mıydı?

Bir hukuk davası devam ederken, o dava hakkında sonuca tesir edebilecek yorum ve iddialarda bulunmanın kanunen yasaklandığını artık herkes bildiğine göre TRT'den başlayarak bütün yayın kuruluşlarının ağzında gezinen "sanık terörist" nitelemesi, en azından bir hukuk nezaketsizliği teşkil etmiyor mu? Kesinleşmiş yargı kararı olmadan bir sanığın "terörist" veya "yankesici" diye nitelendirilmesi, hukuk tekniği açısından doğru mu?

Duruşma esnasında bir şehit astsubayımızın hanımı müdahil sıfatıyla konuşurken, hadiseyi nakleden TRT muhabirinin, "salonda çok duygulu anlar yaşandı; öyle ki, salonda bulunan bazı hainler hariç, hemen hiç kimse gözyaşlarını tutamadı" şeklindeki ifadesi, aynı hukuk nezaketsizliğinin ürünü sayılmaz mı?

Açık konuşmak gerekirse bu suallerin bazı çevreler tarafından resmen "muzır ve kafa karıştırıcı" sorular olarak nitelenmesinden çekindiğimi söylemeliyim çünki amme vicdanı bugünlerde çok hassaslaştı. Oysa ki yurttaşlık bilgisi eğitimi almış lise öğrencilerinin bile fark edebileceği bu gibi küçük ayrıntıların ısrarla ihmal edilmesi bana önemli görünüyor. Dava tamamlandıktan sonra bazı Batılı çevrelerin bu gibi usul nezaketsizliklerini diline dolamasından doğabilecek bir endişe değil bu; Türkiye'de "hukuk devleti"nin işlemesi ve hukukun üstünlüğü prensibinin geçerliliğine gölge düşmesi yolunda bir endişe. İç hukukun evrensel prensipler kalitesiyle hemahenk bulunmasını kim istemez? Ama hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü gibi temel niteliklerin, Batı standartlarına itaat veya "elalem ne der?" gibi siyasi endişelerden önce 65 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için gerekli olduğunu düşünüyorum.

Hukuk süreçleri, son tahlilde hakkaniyet duygusunu tatmin etmek zorunda olsa bile evvela usul şartlarına uymayı gerekli kılıyor; öyle olmasaydı, Abdullah Öcalan da dahil, bütün "cürm-i meşhut" hadiselerinin, XVIII. yüzyılda Amerika'nın "vahşi batı"sında olduğu gibi "anında infaz" tekniği ile sonuçlandırılması gerekirdi. Amerikan westernlerinin çoğunda tekrarlanan bir kalıptır bu: "Sheriff" ofisinin önündeki hınçlı kalabalık, ellerindeki ip, tüfek, kürek vesair infaz gereçleriyle bağırıp çağırmaya başlarlar.

- Ver onu bize şerif, o alçağın cezasını hemen veriverelim şuracıkta; işi uzatmanın ne anlamı var?

Buna mukabil "Sheriff", içerde korkudan tir tir titremekte olan "sanık"ı korumak ve hukukun üstünlüğü prensibini oracıkta çiğnetmemek uğruna Winchester tüfeğini çaprazlamasına kucağına yatırıp öfkeli kalabalığın önüne dikilir,

- Hepiniz evlerinize dağılın; yargıç gelene ve mahkeme kararını verene kadar sanığa kimse dokunamaz, ardından tehditkar bir ses tonuyla ekler, "hala acil infazda kararlı olan varsa onun sesini duymak isterim!"

"Vahşi batı"da hukuk devleti teessüs edene kadar, buna benzer kaç linç vakasının yaşandığını, bunlardan kaçının kahraman Sheriff'ler tarafından önlenebildiğini kim bilebilir? Doğrusu iç hukukta hukukun evrensel prensiplerine harfi harfine riayet etmek, bazı anlaşmaların altına imza koymakla bitmiyor; o prensiplerin "amme vicdanı"nda yerleşmesi de şart.

Acımız, öfkemiz büyük; sabırsızız, eski yaraların yeniden kanaması çoğumuzu çılgına çeviriyor; ama şu anda "sanık" Öcalan'ın yargılandığı hukuk süreci, bütün usul şartlarıyla aslında bizim için lazım. Öyle zannediyor ve bekliyorum ki bu dava, usul hukukumuzda ve bundan sonraki bütün yargı süreçlerinde, evrensel prensipler lehine bir iyileşme sağlayabilsin. Bu nokta çok önemli çünkü Eski Mısır'dan bugüne kadar "adl"e riayet, uzun ömürlü bütün devletlerin müşterek özelliği oldu.


Kaynak (Arşiv)