Adayımı açıklıyorum!

Cumhuriyetin fazilet gerektirdiği doğru; demokrasi, ilaveten centilmenlik de gerektiriyor. Balıkçıların centilmenlik tarifi, "Denizden babam da çıksa yerim." şeklinde özetlenebilir. Demokrasinin centilmenlik kaidesi, sandıktan çıkana saygıdır. Sandıktan çıkanı, "üzümün sapı, armudun çöpü" mihengine göre tiftiklemeye kalkışırsanız, oyunun adı demokrasiden başka her şey olur.

Milliyetçiyim demek kolay; milliyetçilik diskuruna dayanan temennileri kağıda geçirmek de öyle. Ne var ki "millet"ten emin olmadan milliyetçilik yapmak hiç de kolay değil. Milleti sadece partililerden ibaret sayarsanız yol biter.

"Bugün irticaya karşı, bölücülüğe karşı mücadele ediyoruz, diyoruz. Yarın o görüşleri savunan birileri aday olursa, seçilmese bile, ben halktan bu kadar oy aldım, derse, Türkiye için sıkıntılı olur." sözünün anlamı ne? Tartışmaya, ciddiye alıp üzerinde kafa yormaya hacet var mı? Milliyetçiliğin yerine zihninizde mutlak devletçiliği ikame etmişseniz endişeniz anlaşılabilir. Iğdır'ı ziyaret eden devlet başkanımızın şehit ailelerine hitaben yaptığı konuşmada -eğer bir "dil sürçmesi" mevzubahis değilse- bu endişenin arka planındaki tasavvur açık edilmiştir: "Sizleri tebrik ediyorum. Bu ülkenin hepimizin olduğunu, bizden ne istenirse, evlatlarımız dahil vereceğimizi, devletin milleti olma özelliğini yerine getirdiniz..." Bugüne kadar devleti "milletin devleti" zannedenlerimiz için ne kadar tembih edici bir ayrıntı. "Devletin milleti" olduğumuzu nice sonra öğrenmek, bütün bildiklerimizi alt üst ediyor.

Milletin bir kısmı irticacı, diğer kısmı bölücü; öyleyse demokrasiye filan gerek yok, evvela sathı ıslah etmek lazım; böyle düşünülüyor herhalde. O halde ortada, milliyetçiliğine mesnet teşkil eden bir "millet" yok; bir "cemm-i gafir", bir kalabalık insan topluluğu var. O halde milliyetçilik bir millet realitesine değil, bir temenniye, hatta bir hayırhah duaya istinat ediyor. "Sabırla koruk helva olur; dut yaprağı atlas-ı ziba." demişler. Acele etmeyeceğiz, yarının işini bugüne nakletmeyeceğiz; evvela "millet"i inşa edeceğiz ve bu inşa faaliyeti esnasında kulak aşinalığı olsun diye milliyetçi diskurlar telaffuz edeceğiz.

Milletine güvenmeyen kime güvenecek? Elbette devlete; peki devlete güvenenlerin eli boşa geldiğinde ne olur? Sorunun muhatabı, bu satırların yazarı değil, bilumum tevriyeleri ile bizatihi devletin ta kendisidir.

Türkiye Günlüğü dergisinin "Deprem" ana fikirli son sayısı, "Bir gün de gözümüz aydın olacak mı?" yakınmasını kapağına taşımış; kaderden şekva değil bu, bizim göz aydınlığımız fikir selameti. Dikensiz gül bahçesi değil muradımız, gülün gül, dikenin diken muamelesine reva görüldüğü bir sahihlik. Çok şey mi istiyoruz? Evet, çok şey istiyoruz!

Geleceğin tarihçileri, bugünlerin manşetlerini okudukça gülmekten kriz geçirecekler: Parlamenter sistemin devlet başkanını kazasız-belasız seçebilmek için daha dokuz ay evvelinden karın ağrılarına tutulduk! Öyle hesap ciddiyeti, öyle taktik derinliği ve strateji hüneri döktürülüyor ki yürek çarpıntılarına tutulmamak imkansız. Herkesin bir elinde sürgülü hesap cetveli, diğerinde sonar cihazı; gözler kısık, dudaklar gerginlikten kağıt gibi. Yarını göremeyenler altı ay sonrasına öyle kemal-i ciddiyetle zıbın biçiyorlar ki geleceğin tarihçilerine bugünden hak vermemek mümkün değil: Ortada fikir yok ki selameti olsun!

Böyle siyaset üslubunu ciddiye almaktansa Alev Alatlı'nın, "Schrödinger'in Kedisi" isimli romanını okumanızı tavsiye ederim. Bugüne dünden bakmak kahırlandırıyor insanı, bugünü bugünün verileriyle değerlendirmek neticede cumhurbaşkanlığı seçimlerinin logaritmik hafakanlarında bunalmaya yol açıyor; Alev Alatlı kimsenin aklına gelmeyeni yapmış: Bugüne yarından bakıyor! Kitabı bitirdiğinizde, kazandığınız irtifadan ötürü ufkunuz öyle genişlemiş olacak ki, bugünün "hayati" meselelerini ihata etmek için belki incir çekirdeğine bile kıyamayacaksınız.

Hala cumhurbaşkanımız kim olsun diye merak edenlerden iseniz, benim namzedim Recai Güllapdan'dır; ama kabul eder mi bilmem.


Kaynak (Arşiv)