Adamın abdalı kaleci olur!

Unutulur mu; 20 Ocak 1989 tarihi cumaya denk geliyordu. Önceleri milli takımımız kalecisiyken şimdilerde kalemiyle ekmeğimizi elimizden almaya göz diken Fatih Uraz'la yollarımızın o kötü günde tesadüfen kesişmiş olduğunu yıllar sonra fark edecektim.

Şöyle olmuştu: O tarihlerde doktora öğrencisi olarak haftada-onbeşte bir uğradığım Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi'ne gitmek için gece yarısı, yoldan geçen bir otobüse binmiş, sabaha karşı dört sularında garajlarda inip namaz saatine kadar, otogarın köhne sabahçı kahvesinde çamur gibi bulanık renkleriyle bir video filmi seyretmiştim. Küçük Emrah o günlerde henüz pek büyümemişti ve parmak kalınlığındaki kara kaşlarını alnına doğru ok fırlatmak üzere hazırlanan bir yay gibi kaldırarak acıklı arabesk türküler söylüyordu.

Sabah namazından sonra otogarın mescidinde çantamı yastık yapıp yarım saat kadar kestirdiğimi de hatırlıyorum; serde gençlik vardı.

Hava kapanıktı, gün aydınlandıktan sonra kuşluk saatlerine doğru kısa süreli bir kar yağışı başladı. Alıştığım gibi değil, sanki gökten kürekle yere fırlatıyormuş gibi iri parçalar halinde lap lap düşen ve çok seri bir yağıştı bu.

Öğleden sonra işimi tamamlayıp otobüse binerek Havza'ya doğru yaklaşırken o meş'um kazanın izleriyle karşılaştık. "Burada büyük bir kaza olmuş; Samsunspor'un aracı karda kayıp kaza yapmış; çok ölü ve yaralı varmış" diye duyduk. Kaza yapan otobüsü, rampanın kenarında gördüm.

Meğer Fatih Uraz da o otobüsün içinde yaralı kurtulanlardanmış; yıllar sonra birer Zaman yazarı olarak karşılaşınca kendisine bu garip tesadüften bahsettiğimi hatırlıyorum.

Fatih Uraz'ı zaten tanıyorsunuz; yıllarca gazetemizin spor sayfalarında birbirinden güzel ve nükteli spor yazıları kaleme aldı. Sohbeti tatlıydı, kalemi de öyleydi; nedendir bilmem, birbirimizi sevdik, arkadaş olduk. O bana kitaplarını imzalayıp hediye etti; ben ona mukabelede bulundum; sonra hayli zaman e-mektup yoluyla haberleştik. O yıllarda ara-sıra ABD'ye gidiyor, orada kaleci antrenörlüğü yaptığını söylüyordu; derken işi ciddiye aldı ve neredeyse iki senedir Türkiye'ye dönmedi.

Geçenlerde yeniden karşılaştık. Bizim oraların tâbiriyle "sarım-gülüm" olduk. Bana yeni kitabını (*) hediye etti. Kitabın adına inanamayacaksınız:

"Adamın Abdalı Kaleci Olur!"

Önceleri kitaba isim koyarken düpedüz "Aptal" kelimesinde karar kılmışlar ama baskıya girmeden son dakikada daha bir anlam derinliği olur diye "Abdal"a dönüştürmüşler. Uzun lâfa gerek yok; kitap, bir başlayınca okunup bitirilecek türden, akıcı, tatlı dilli, felsefî, edebî, sportif ve çok nükteli bir çalışma olmuş.

Fatih Uraz'ı uğurladıktan sonra ardından "Aman ya Rabbi; kalecilik üzerine her sayfası 10 puntoyla dizilmek üzere 280 sayfalık lâf nereden bulunur da bir kitapta iki yakası bir araya gelir?" diye kendi kendime dedikodu yaptım; sonra da utandım tabii. Az bile yazmış doğrusu; yok yok kitabın içinde ve daha neler...

Efendim, erkek olup da çocukken mahalle arasındaki arsalarda, sokakta, avluda top oynamamış ve bir yerde mecbûren kaleye geçmemiş olanımız yok gibidir. (Şimdi kızlar bile top oynuyor!) Yazarınız da kendi çapında bir mahalle futbolcusu olarak iki taştan ibaret kale direklerinin arasına geçip kendini yerden yere atmış olanlardandır; bunları, "Kalecilik" nedir, ne mânâya gelir, biliriz bâbında, ayıptır söylemesi, biraz da gururla kaydediyorum. Fatih Uraz, "Adamın Abdalı Kaleci Olur" adlı kitabında işte bu mânâyı, yani kalecilik nedir ve nasıl olunur sorusunun cevabını veriyor. Hayır, kitap bir futbol teorisi veya sıkıcı eğitim kitaplarından biri değil. İçinde futbol kültürü var, futbol tarihi var, centilmenlik var, spor ahlâkı var, okuyunca zevkten bayıldığım güzel sözler ve aforizmalar, istatistiki bilgiler, şakalar, nükteler var ve aralara ustalıkla serpiştirilmiş şahsi hâtıralar da var. Hâl böyle olunca kitabı elinize alıyor ve bırakamıyorsunuz.

Her meslek grubunun kendine mahsus jargonu vardır; tabii kalecilerin de. Kalecilere ülkemizde verilen lakaplar ikiye ayrılıyor. Önce iyi olanları: Kedi, kaplan, panter (Çim kedisi diye bir tâbir de duymuştum vaktiyle); kötü lakaplar daha fazla, buyrunuz: Çuval, varil, kevgir, süzgeç, kumbara, folloş vb... Bir de kalecileri kahreden nitelemeler vardır ki "Vur ve öpüş" bunların en acısı galiba; şu gerçeği imâ ediyor. Kaleci o kadar kötüdür ki kaleyi bulan bir şut attıktan sonra dönüp arkadaşlarınızla sevinç kucaklaşması yapabilirsiniz; kötü kaleci zaten allem-kallem o topu bir şekilde içeriye alacaktır! Bu durumun rakip oyuncular arasında, "Arkası yarın başladı; Allah'ını seven vursun!" diye abartıldığı da olurmuş.

Bahtsız, talihsiz kaleciler vardır meselâ. Bunlardan birini Fatih Uraz şöyle anlatıyor: "80'lerin başında, 1. ligde henüz iki maç oynamış Cengiz diye bir genç kaleci vardı. Çıktığı üçüncü maçın son dakikasında orta sahadan kendisine uzatılan geri pası ayağının altından kaçırdıktan sonra bir daha kendisinden haber alınabilmiş değildir!"

Zavallı Cengiz!

İşte tam bir Fatih Uraz cümlesi daha size kitaptan: "1975 yılında Manchester United kalecisi Stepney, Birmingham maçında takım arkadaşlarına bağırıp çağırırken (âdettir hani, kaleciler hep arkadaşlarına bağırıp dururlar!) çenesini çıkarmayı başararak spor tarihinde kendisine özel bir loca ayarlamıştı."

İlginç kaleci sakatlıkları ile bitirelim. Kalecilerin yaşadığı talihsiz kazaların küçük bir dökümünü yapmış yazar: Sandviç yaparken mayonez, tıraş olurken parfüm şişesini ayağına düşürenler, golf çantasını bagajdan çıkarırken arabaya çarpıp ön dişlerini kaldırıma düşürenler, televizyon kumandasını alırken belini incitenler, balık avlarken düşenler, kafasına atılan haşlanmış yumurtayla hastanelik olanlar, ütü masasını açarken kazâya gelenler vesaire...

Ne var ki bunların hiçbiri 2004 Şubat'ında Fener kalecisi Volkan Demirel'in GS maçını kazandık diye sevindirik olduktan sonra formasını tribüne atarken omzunu çıkarmayı başarması kadar fantastik olamaz bence!

Sevgili Fatih'e kitabıyla ilgili küçük bir sitem ve eleştirim var; böyle güzel ve tatlı bir kitabın ikinci baskısı mutlaka fotoğraflarla zenginleştirilmeli!

*Fatih Uraz, Adamın Abdalı Kaleci Olur, İletişim Yay., İst., 2010, 280 s.


Kaynak (Arşiv)