Adam olacaksan işte davul, işte zurna...
Nüfusun üçte biri ortalama refah seviyesinin altında yaşıyor; "yoksul"ların sayısı 19 milyon. İşsizlik oranı ise % 20'lerde ama devletin yaptığı istatistiğe göre Türk toplumu kendini mutlu sayıyor. Bir Kemalettin Tuğcu hikâyesinin içinde yaşıyoruz.
Yoksul ama mutlu. Türklerin iktisâdî meseleye bakışındaki çelişki, buz gibi rakamlarla müşahhas hale geliyor. İktisat, mutluluk kavramıyla ilgili değildir ama düz iktisat mantığı yoksulların mutlu olamayacağı karînesini göz ardı etmez. Toplumun dünya görüşü ile iktisâdi yapısı arasındaki ilişkiye (aslında "çelişki" demek lâzım) teorik mânâda yarayışlı bir tahlil getirmeye ömrünü adamış, rahmetli İktisat âlimi Sabri Ülgener'i yeniden okumayı gerektiren bir vaziyet bu. Yeri gelmişken Ülgener Hoca'nın hayr'ül halefi Ahmed Güner Sayar'ın bugünlerde Ötüken tarafından yayınlanan "İktisat Metodolojisi ve Düşünce Tarihi Yazıları" isimli esere dikkatinizi celbetmek isterim; olup bitenlere zihninde teorik bir vuzuh kazandırmak isteyenlere bir beyin fırtınası temrini olarak önce Ahmed Güner Bey'in "Bir İktisatçının Entellektüel Portresi: Sabri F. Ülgener" isimli biyofrafik çalışmasını, ardından yukarıda bahsettiğim yeni eserini ve nihayetinde rahmetli Ülgener'in külliyatını incelemelerini nâçizâne salık veririm.
Böyle bir beyin fırtınası zevkini göze alabilenler, Türkiye'de sol hareketlerin niçin başarısız olduğunu da görebileceklerdir. Dışardaki fikir hareketlerinin ülkemize nasıl aksettiğini takib ederken, "evrensel olgu"ların, dünyanın her yerinde aynı tabiatta işlediğine dair bir önyargı geliştiriyoruz. Meselâ sendikal hareket dünyanın her yerinde benzer motivasyonlarla harekete geçer veya yoksul kitleler sosyal adaletçi ve eşitlikçi sol siyasetlere yakınlık duyar gibi hükümler, ilk bakışta evrensel geçerlik taşıyan müteârifeler gibi görünür. Bu bâbda başka müteârifelerden (yani doğruluğu ve isabetinden şüphe edilemeyeceği için yanlışlanmasına gerek görülmeyen hüküm) de bahsedebiliriz: Endüstriyel ilişkilerdeki yoğunluğun dini inançları zayıflatması, militer ve otoriter baskıların demokrasi özlemi doğurması, hızlı şehirleşmenin geleneksel aile bağlarını zayıflatması vesaire... Evrensel geçerliği olan müteârifelerden de vardır ama modernitenin ürettiği evrensel hükümlerin geçerliği, henüz ideolojik çapaklarından kurtularak kristalleşemedi. Evrensel geçerliğe sahip olduğu zannedilen insan hakları "edebiyatı" bile, yedeğinde seyrettiği "Yeni Dünya Düzeni"nin ekipmanı görüntüsünden kurtulabilmiş değil henüz. Kıssadan hisse; Batılıların yazdığı bir metni doğru tercüme etmek, o metnin menşûrunda bir başka toplumu doğru tahlil edebilmeyi gerektirmiyor.
Öyle olsaydı Türkiye'de çok güçlü ve temsil derinliğini haiz bir sol cereyan kökleşir, kağıt üzerinde statükoyu muhafaza etmekten başka ufku olmayan sağ siyasete nal toplatırdı. Enternasyonal Sosyalizm'in "fakir ama mutlu" toplumlara söyleyebileceği fazla bir şey yoktur ama bu, Türkiye'de adaletsizliğinin, yanlış gelir dağılımınının, Kapitalist sömürünün toplum tarafından hoş görüldüğü ve meşrulaştırıldığı anlamını doğurmaz. Sovyetler denemesinin dramatik başarısızlığından sonra pırıltısını kaybeden sol siyasetler, Yeni Dünya Düzeni'nin ahmakça ve insan tabiatını aşağılayan yaklaşımı sebebiyle yeniden yükselişe geçmek üzeredir.
Adı ne olur bilinmez; yeni veya yeniden sol ama vürûdu muhakkaktır. Bu merhûn vakte kadar Türkiye'de "sol tepki"yi vicdânında ciddiye alanların hem dünyayı, hem kendi toplumunu kaytarmaksızın araştırmaya ve anlamaya çalışması fevkalâde önemlidir. Modernite'nin ürettiği kavramlara ekseriyetle takla attırarak karikatürünü çıkaran yerli algılama cihazımız, bu defa doğru işletilirse, gelecek zamanlara fikri önderlik yapabilecek kimyâyı haizdir. Yani yine tipik bir, "çocuğum zeki ama çalışmıyor amcası" vaziyeti.
Yeni solun adını ve muhtevasını biz biçimlendirelim; bunu yapabilmemiz ne kadar imkân dahilinde ise, yeni zamanların lumpen toplumu olmak şıkkı da o derece muhtemeldir.