"Abdullah" olsun yeter

Neseple övünmek bir Cahiliye âdeti. Bir insanın nesebiyle övünebilmesi için soyuna sopuna özel bir değer atfetmesi lâzım: Ya fazilet, ya asâlet veya zenginlik atfedilecek ki, "benim ceddim" denilebilsin.

Mefhumun muhalifinden şu çıkar ki ceddiyle övünenin, ceddinin kabahat ve kusurlarından, cürümlerinden utanması lâzım gelecektir. Bugüne kadar ecdâdının faziletsizliğinden bahsedene hiç rastlamadık; halbuki atalara bağlılık, onların mirâsını olduğu gibi kabullenmeyi icab ettirmez mi?

Bu saçma saplantıyı İslâm ortadan kaldırdı ve İslâm'ı kabul edenlere bir "tabula rasa" (bembeyaz, mâsum bir başlangıç) verdi. Bu husus, Efendimiz'in en tartışılmaz Hadis-i Şerifi sayılan (çünkü 100 binden fazla insan bu sözleri münâdiler aracılığı ile dinlemiş ve şehâdet etmişti) Vedâ Hutbesi'nde çok berrak kelimelerle aydınlatılmıştı:

"Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabb'iniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir. Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir."

Bu kardeşlik lâfta kalan teorik bir temennî değildi: Asr-ı Saadet manzaralarını inceleyenler, İslâm kardeşliğinin nasıl ciddiyet ve saffetle uygulandığını görürler ve o tecrübenin zamanla kaybedilmesi müşterek utancımızdır. Arap kavminin sosyolojik kurumlarını sarsan bu inkılâpçı öğütlerin zamanla Cahiliye geleneklerine yenik düşmesi ağlanacak bir hâldir. Olması gerekenden uzaklaşarak "olan"a teslimiyet, Müslümanları bir mânâda Müslüman olmayanlardan farksızlaştırdı.

Bir gazetede Abdullah Gül'ün soyağacı verilmiş. Ne dereceye kadar doğru olduğunu tahkik etmek imkânsız ve lüzumsuz. İmkân bulunsa da lüzumsuz, çünkü kelimenin tam mânâsıyla Abdullah olmak şereflerin en büyüğü. İslâm geleneğinde Abdullah ismi, az önce bahsettiğimiz "tabula rasa" noktasını işaret eder; hakkıyla "Abdullah" olanın, ayrıca bir şey olmasına lüzum ve hâcet de yoktur.

Vaktiyle merak edip bir aile şeceresi tanzimine kalkışmıştım; çünkü insanın soyunu merak etmesi tabii ve elzemdir. Bizim şecere 18. yüzyıl ortalarında takıldı kaldı; ötesine nüfuz etmek mümkün değil, işin güzeli lâzım da değil. Sulbümüzü elbette bileceğiz fakat bu bilginin üzerine sosyal statü tesis etmenin mânâsızlığını da bileceğiz. Pek çok insan için felânın fülânın yedi göbekten torunu olmak mânâ ifade edebilir fakat Allah indinde kıymeti yoktur. Hesap gününe yedi ceddimizden müteşekkil bir aşiret kalabalığı ile değil, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızdan ibaret bir amel defteri ile çıkacağız; son derece şahsi bir defter ve defterde yazılanlara hiçbir ulu dedenin bir harf ilâve veya tenkisi mümkün değil. İşte bu nokta, İslâm ferdiyetçiliğinin en iyi kavranmak gereken hususudur. Amel işlerken başkalarıyla beraber olabilirsiniz fakat hesap verirken yalnızsınız; yapayalnız. Bu titretici yalnızlık idraki bir Müslüman'ın ne kadar ferdiyetçi, ne kadar dayanışmacı olacağının miyârıdır. Terkib size ait.

O zaman şöyle düşünebiliriz; "soyum âdeta benimle başlıyor; öyleyse muhteşem bir başlangıç noktası teşkil etmeliyim. Benden öncekiler ne kadar temiz ve büyük bir iz bırakıp gitmiş olsalar da bana Allah katında bir hayrı olmayacaktır; çünkü 'bizim işlediğimiz günahtan siz mes'ul olmazsınız. Sizin yapmakta olduklarınızdan da biz mes'ul olmayız' (Sebe'; 25)"

Bizim geleneğimizde ad koymak dua gibidir; evladımıza isim seçerken onun nasıl biri olması hakkında temennîde bulunmuş oluruz ve mânidar bir şeydir.

Babası vaktiyle "Abdullah olsun" demiş; inşâallah, Abdullah olsun kâfidir.


Kaynak (Arşiv)