Abant toplantısından Kur'an kurslarına

Abant toplantısının ilk gününde "din ve toplum" ilişkileri komisyonunda bir ön görüşme egzersizi yaptıktan sonra teklifim üzerine gönüllü gruplar oluşturarak bir saatliğine bölündük. Mehmet Ali Kılıçbay, Beşir Ayvazoğlu ve ben, sakin bir yere çekilerek kendi metnimizi hazırlamaya başladık. Metni şekillendirirken temel endişemiz, din ve toplum ilişkilerinde ferde azami derecede hürriyet bahşedecek esaslara erişmekti. "Din" tarifi üzerinde ehemmiyetle durduğumuzu hatırlıyorum; çünkü bu kavram maruf karşılığının haricinde din yerine ikame edilen şeyleri de kapsıyordu; üç kişilik grubumuz neticede "din" kavramını sosyolojinin bakış açısıyla tarif etmekte karar kıldı. Sonraki mesele "ferd"e, din ile ilişkilerini serbestçe tanzim edecek bir hürriyet sahasının nasıl tanzim edilebileceği üzerinde yoğunlaştı: İnsanlar dinlerini serbestçe seçebilmeliydi; ama bu fiiilen imkansız bir durumdu; çünkü çocuk aile ortamı içinde doğup büyüyor bu cinsten tercihlerini belirlemekte aile çok etkili oluyordu. Metnimize bu fiili durumu kabullenmek gerektiğini belirten bir madde koyduk. Çocuk eğitim çağına gelince ne olacaktı peki? Bize göre "laik devlet"in din eğitimini üstlenmesi hem teoriye aykırı, hem de ferdin vicdan hürriyetini baskı altına alan bir uygulama idi; devlet din eğitimi vermemeli, buna mukabil din eğitimi tamamen "özel alan"da kalmalıydı. Devlet sadece, bu eğitim sürecini kalite ve eğitim ciddiyeti açısından denetleyebilirdi; muhteva bakımından değil.

9 maddelik bu metin, din ve toplum komisyonunun diğer üyeleri tarafından benimsenmediyse de kamuoyuna yansıyan komisyon raporuna esas teşkil etti. Bu safhada Sayın Kılıçbay ve ben, raporumuzun Abant toplantısı tutanaklarına aynen geçirilmesini uygun bulduk ve metni genel kurulda dağıttık. Komisyon başkanı Nevval Sevindi Hanımefendi'nin biraz da latife ile "korsan rapor" diye bahsettiği metnin kısa hikayesi böyle.

Bizim "korsan rapor" kamuoyuna yansıma şansı bulabilseydi, bugünlerde hararetle tartışılmakta olan Kur'an kursları kanun tasarısı hakkında daha soğukkanlı değerlendirmede bulunanların sayısı artabilirdi. Meclis'teki tartışma esnasında fark ettim ki bu konu sadece devletin nokta-i nazarından ele alınmakta: Devlet ve iktidar partileri Kur'an kurslarına iştirak yaşının mümkün olabildiğince yukarı çekilmesinden yana; muhalefet ise tam aksine yaşın aşağı çekilmesi, hatta mümkün olursa hiç yaş tahdidi konulmamasını istiyor; peki, meselenin çocuklar açısından nasıl göründüğünü niçin merak etmiyoruz?

Bu tasarıyla devlet Kur'an kurslarına hoş nazarla bakmadığını, bu işten tedirginlik duyduğunu hatta sözü edilen kurslara katılan çocukların potansiyel tehlike oluşturabileceği ihtimalinden ciddi surette ürktüğünü gösteriyor. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir laik rejimde devletin bu yaklaşımı yanlış ve sağlıksızdır. Problem esasen bütün boyutlarıyla bu cümlede yatıyor. "Hukukun üstünlüğüne dayalı ve laik bir yönetim anlayışı" fiilen cari olsa Kur'an kursları etrafında kavga etmeye gerek kalmaz zira böyle bir yönetimde devlet, din eğitimine karışmaz; buralardan suç sadır olduğunda ise, önceden tarif edilmiş suç ve cezası muktezasınca gerekli koğuşturma yapılır ve mesele biter.

Kur'an gibi bu milletin yoluna baş koyduğu bir mana bütününe potansiyel suçlu imal eden bir itham yaklaşımı sergilemenin, hiç de "şık" olmadığı açıktır; bu yaklaşım milleti rencide ediyor, incitiyor ve kırıyor.

Bütün mesele devletin "hukukun üstünlüğüne dayalı ve hakikaten laik" bir yönetim tarzını içine sindirebilmesinde; bu prensipleri hakkıyla icra ettiğinde devlet, bundan böyle daha az yönetebileceğinin farkında; bizler ise şahsi hürriyet sahamızın şimdiye nisbetle daha çok genişleyeceğini biliyoruz. Bunun için tekrar da olsa şu malum sloganı, kendi zevkime göre değiştirdiğim haliyle bir kere daha vurgulayarak yazımı bitirmek istiyorum:

"Türkiye hakikaten laik olmalı ve laik kalmalıdır!"


Kaynak (Arşiv)