Aba altından "bordro" göstermek!
Ne erken seçim, ne yolsuzluk, ne çeteler, ne de medya pazarında dolaşıp duran kaynağı meşkuk sermaye; bugünden yarına seçim de yapılır, yolsuzluklar da önlenir, çeteler dağıtıp "medyatik sermaye"nin şeffaflaşması sağlanabilir; hepsinin bir şekilde telafi ve tedavisi mümkün; ama bir şey var ki "namus" gibi, ihlalinin azı da çoğu da aynı kapıya çıkıyor ki bir kere elden gidince "geçmiş ola!"
"Müdahanei aliman"dan bahsediyorum: Alimlerin, ulema sınıfının, ilim sahiplerinin, ömrünü ilmi ile amel etmek uğruna adamış insanların omurgasızlığından, ikiyüzlülüğünden, riyasından, tabasbusundan... Keçecizade İzzet Molla'nın o bıçak gibi keskin manalı cerhedici beytindeki o vahim onur düşkünlüğünden;
"Meşhurdur, fısk ile olmaz cihan harab;
Eyler anı müdahanei aliman harab"
Türkiye'de "ulema" sınıfı, maaş bordrosuyla göbeğinden devlete bağlı; bordro o kadar te'sirli bir belge ki, bir memlekette herkeste ziyade ve öncelikle "ilmi hür, vicdanı hür, irfanı hür" olması gereken insanların boynunda bir "tavkı esaret" gibi kişiyi maişet endişesine zencirbend eyliyor. İlim vadisinde birbiriyle rekabeti murad edilmediği için vakti geldiğinde "münhal kadro" için didişmeden gayrı müsabaka kulvarı bilmeyen ve işbu sebeple "devlet kapısı" haricinde istihdam imkanını havsalasından bile geçiremeyen, ilmi kariyerine serbest piyasada talep bulamayan bir ulema sınıfımız var bizim. Devlet, devletçiliği öyle mübalağalı bir idrakle benimsemiş ki, ülkede ilim geleneğinin te'sisini, ilim haysiyetinin tarif ve inşasını bile herhalde ulema sınıfının basiret ve birikimine itimad etmediği için olsa gerek sıkı sıkıya zabt ü rapt altına almış. İlmin ilk basamağında didinen müptediden, saçı sakalı ağarmış, tekaütlük hakkını çoktan iktisab etmiş asırdide "alim"lere kadar bu silsilenin içinde bulunan herkes, hakikati arama cehdinin her şeyden evvela üniversal bir vicdan uyanıklığı ve selameti gerektirdiğini hatırlamaktan ürker hale gelmiş. Kendi idarecilerini seçmek hususunda bile devletin reyine itimad etmekten kaçındığı bu zümreye "yetiştirsin, adam etsin" diye gelecek nesillerin eğitim mes'uliyetini teslim etmek tenakuz değil mi? Araya ustalıkla tampon mekanizmalar, seçici heyetler, tek karar mercileri yerleştirdikten sonra seçimin ne manası var? Reyine güvenmediğiniz adama evladınızı nasıl emanet edersiniz? Cumhuriyet bizden ilmi hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmemizi istiyor; iyi de bizde esasen mevcut bulunmayan bu "ekstra"yı nasıl karşılayacağız?
Tenakuzlar arasında bunalmanın ve bunaltmanın manası yok; Tenakuz, yönetici aklın gıdası olmuş. Kamu işlerinde iki katlı bir mantık var: İlk tabakada kitabi, evrensel rayice sahip, altına her zaman imza koyabileceğiniz güzel hukuki umdeler yer alıyor. Yanılmayınız, bu bayramlılık, halk tabiriyle "yabanlık" elbisemiz bizim. İkinci tabakada devletin çıplak gücünün dikte ettiği bir kanun mantığı. Bu da gündelik gömleğimiz. İki anlam tabakası arasında ahenk arayanın topraklar başına!
Devlet ilimsiz de hükümran olabilir, eğer devletin bütün fonksiyonu, gereğinde çıplak gücünün kabarmış adalelerini, yırtıcı pençelerini ve keskin dişlerini göstererek haşin bir hükümranlık gösterisinde bulunmaktan ibaretse tarihte bu durumun misallerini bulmak mümkün; var ama bir kusuru da var; ömrü kısa! İlk çağlardan beri bir kamu nizamının en azından "asırdide" olmasının tek ve değişmez bir şartı var: "adl" ile hükümran olmak.
Devlet, bugün aba altından "bordro" göstererek, yönetici akıldan başka hiçbir akıl cinsinin hikmetine muttali olamadığı dayatmalarla ulema sınıfını yeniden hizaya geçmeye davet ediyor; ama bilmelidir ki "müdahane"ye zorladığı bu zümrenin yetiştirdiği nesiller de yarın "müdahin" olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu yazıdaki her can acıtıcı satır, yazarını da yaralıyor ve ilzam ediyor; vebal cümlemizin boynunda. Kanun gücüyle müdahin olmuşuz ve akşam aynada gördüğümüz surat bundan sonra bize hiç benzemeyecek.