"Aa, bu muymuş?" dedirtmemek

Önceki hafta cumayı cumartesiye bağlayan gece, tam da gecenin sessizliğinde kuytu bir köşeye kıvrılıp yakın gözlüklerimi takarak kitap okumayı düşündüğüm esnada, televizyonda eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın gündemi sarsacağı öne sürülen bir röportaj vereceğini öğrendim.

Sabahlara kadar devam eden televizyon tartışmalarını seyretmeye tövbeli olduğum halde merak ağır bastı, ekranın karşısına geçip Yaşar Paşa'yı sonuna kadar dinledim.

Yaşar Paşa'nın niçin uzun uzadıya bir mülakat verme lüzumunu hissettiğini bilmiyorum. Mecbur kalmış olamaz, gazetecilerin ısrarlı tekliflerine dayanamayıp nezaketine mağlup düşmesi de mümkün değil. Belki, hakkında söylenip yazılan şeyler arasında hilâf-ı hakikat olanları düzeltmek ihtiyacı duymuş olabilir diye düşündüm.

Sohbet başladı; bir yandan dinliyor ama daha ziyade eski Genelkurmay Başkanı'nın vücut diline dikkat kesiliyorum: Konuşuyor ama nasıl söylenir; rahat değil, olması gerekenden daha çok heyecanlı. Zaman zaman heyecanını bastırmak için kendini denetlemeye çalışıyor ama müteakip soruda yeniden sıkıntılanıyor; hatta bir ara, mezun olabilmek için son dersten müzakereye giren bir öğrencinin kapıldığı imtihan telâşını aksettirdiğini düşünmeye başladım. Karşısındakileri gazeteci değil de sorgulama hâkimi gibi algılıyordu.

Samimi söylüyorum; üzüldüm, gönlüm burkuldu; hele titreyen elini kontrol etmek için önündeki sehpayı kavraması veya diğer eliyle bastırması beni düşündürdü. Daha üç-beş ay evvel ordulara hükmeden, devlet kurumları ve kamuoyu nezdinde büyük nüfuz sahibi olan bir insanın, iki gazetecinin nazik ama yırtıcı soruları karşısında heyecanlanmasından bir ibret hissesi çıkardım.

Söylediği şeyler arasında en dikkate değer olanı, o meşhur 27 Nisan gece yarısı bildirisini, bizzat kendisinin yazdığını ileri sürmesiydi. Yaşar Paşa'yı samimiyetsizlikle suçlamak istemem fakat bu iddiasını pek inandırıcı bulmadım; sanki, "Bu polemik artık bitsin; kimsenin sahiplenmediği bu talihsiz bildiriyi ben üstleneyim de, Genelkurmay makamı bu dedikodudan ötürü artık yıpranmasın." der gibiydi.

Her fırsatta Başbakan'la, hükûmet mensuplarıyla planlı veya anî ziyaretlerde bulunma imkânına sahip bir yüksek bürokratın, buna rağmen yine de bir gece yarısı, üstelik o günlerin yüksek siyasî tansiyonuna yön verecek tarzda ve üstelik eklektik üslûplu bir internet bildirisi kaleme alması inandırıcı görünmüyordu. "Öyle olsun!" deyip geçtik.

Sonra 2007 seçimlerinde hükûmetin aldığı % 47'lik oy patlamasının, gece yarısı bildirisine bağlanması konusunda sorulan suale cevap verdi; yine inandırıcı değildi; yaptığı açıklamaya göre 27 Nisan bildirisi olmasaydı bile hükümet yine aynı rakamlarla seçimi kazanabilecekti, çünkü anketler öyle söylüyordu!

Hayır, tatminkâr değildi; başkalarını bilmem, en azından beni ikna edemedi.

On gün kadar önce de Yaşar Paşa'nın halefi İlker Başbuğ Paşa'yı dinlemiştik. İlker Paşa, selefi derecesinde heyecanlı değildi fakat konuştuğu iki buçuk saat süresince, yeterince iyi bir zihni hazırlık yapmadığı kanaatine kapıldım; oysaki sorulmayan soruların cevabını verecek derecede iyi bir hazırlık kampı geçirdiği görülüyordu. "Siz sormadınız ama ben cevabını vereyim." tarzında birkaç defa elindeki metne müracaat etmesi, bir şekilde hazırlıklı olduğunu gösteriyordu. Benim bahsettiğim hazırlık, başka türden bir şey. Askerler bazen kâğıt üstünde manevra yaparak taktiğe dayalı problemler çözerler. Basın karşısına geçen Genelkurmay başkanları ise her ne kadar basın mensupları arasından seçtikleri "iyi ve güvenilir" çocuklara hitab ediyor olsalar da, problemi kâğıt üzerinde kazanmış ve çözmüş bir ruh haline sahip olamıyorlar. Tedirginlikleri, vücut lisanına aksediyor ve önceden yapılan onca hazırlığın, bir noktada yine de işe yaramadığını hissediyorlar.

Orgeneral İlker Başbuğ'un vücut dili "apolojetik"ti; taarruzî değil, müdafiî, savunmacı, izah edici bir ifade taşıyordu; mensubu olmayı hayatının en büyük onuru saydığı yüzlerce yıllık kurumu, birden fazla ithamcıya karşı savunma ihtiyacındaydı: "Ordu mensupları, darbe dedikodularına nasıl karışır?" diyenlerin sorularına verilecek cevapla, "Ordu mensuplarının askerî mahâllerde gözaltına alınmasına nasıl izin verilebilir?" sorusunun cevabını aynı mantık doğrultusunda vermek elbette kolay değildi.

Ne var ki, bana göre müdafâa mantığında verdiği en büyük gedik, konuştuğu masanın üstüne bir Law silahı getirtip, "Korkmayın dolu değil boştur, üstelik bu silah bile sayılmaz, mühimmat cümlesindedir." dediği andı. O an sanki bir televizyon şakası ile karşı karşıya bulunduğumu zannettim.

O sahneyi hatırlıyorsunuz: Bir Genelkurmay başkanının, yardımcıları tarafından hazırda bekletilen o boş Law "borusu"nu bir el işaretiyle getirtip hayli zaman elinde tutarak, "Bunlardan emniyette de var, böyle işe yaramaz boruları niçin gömerler anlamıyorum." demesi tek kelimeyle fantastikti; böyle toplantılarda fotoğraf muhabirlerinin "Keşke öyle bir şey olsa da renkli fotoğraflar çekebilsem!" diye dua ettikleri enstantanelerden biriydi; nitekim o fotoğraf tarihe geçmiştir ve hayli zaman hatırlanacaktır.

Çıkardığım sonuç şudur: Genelkurmay, basını bana göre lüzûmundan çok daha fazla ciddîye alıyor ve basını bir "ibrâ mevkii", aklanma yeri olarak görüyor; bunun ne derece isâbetli ve doğru bir düşünce olduğunu bilmiyorum, en azından şüpheliyim çünkü ben basını, milletin vicdânı diye görenlerden değilim. Bizim basınımız, tâ Roma döneminden beri tekrarlanagelen "Halkın sesi Hakk'ın sesidir." aforizmasındaki "halk"ın yerine ikâme edilmez, halka yazık olur. Basının gerçek değeri, hitap ettiği toplumun sesini ve kanaatlerini aksettirebilme sadâkatine bağlıdır; kaldı ki Genelkurmay'ın bazı yayın organlarına karşı gösterdiği haşin akreditasyon uygulaması, ordunun kendine göre bir nevi "iyi gazete-kötü gazete" tefriki yaptığı fikrini uyandırıyor. "İyi çocuklar bizi anlasın kâfi, ötekileri zaten varsaymıyoruz." yaklaşımı, bir "millî ordu"nun yöneticilerini teorik olarak en haklı oldukları yerde bile savunmacı bir yaklaşıma mahkûm ediyor.

Kaldı ki ordunun güvendiği "iyi çocuklar", yaramaz arkadaşlarına ordunun "renkli (colored)" muamelesi yapmasından pek de rahatsız görünmüyorlar.

Bunlara aldırış etmiyorum fakat orduyu tek başına temsil edecek kadar güçlü kişilerin konuşurken zaaf serdetmesine canım sıkılıyor. Dinleyenlerde bir süre sonra "Aa, bu muymuş!" dedirtmemeleri gerek; öyle oluyor, dinledikten sonra, "Aa, bu muymuş, meseleyi böyle mi algılıyorlarmış, referansları sahiden de bunlar mıymış!" diye bir duyguya kapılıyorum. Hayır, bence buna hakları yok. Konuşunca yanlış algılamalara yol açmaktan kurtulamayanlar, bir de "ketûmiyet" tarzını denemeliler.


Kaynak (Arşiv)