6. Şehir'e Epilog
Böyle şeylerden bahsetmek kolay değil, hatta bir ölçüde utandırıcı ama galiba küçük de olsa bir hakikat payı var: Daha önce Sivas hakkında belirgin bir kanaati olmayan hayli insan, 6. Şehir'i okuduktan sonra Sivas hakkında müsbet bir fikir edindiler, bazıları hiç görmedikleri halde uzaktan Sivas'a hayranlık duydular; bir kısmı, "Vaktiyle şöyle bir görmüşlüğüm vardı ama demek Sivas'ın başka yüzleri de varmış." hayretine kapıldılar. Bu insanların hemen hepsi, "Okuyucularına şehir hakkında bu kadar muhabbet telkin ettiğine göre kitabın yazarı herhalde bu memlekete körkütük âşıktır." hükmünde karar kıldılar; emeklilik çağına erişmiş biri olmama rağmen hâlâ Sivas'ı terk edip büyük şehirlere göçmemiş olmam da bu mâsum efsâneyi birazcık tahkim etti.
Yıllardan beri, "Niçin büyük şehirlerden birinde değil de Sivas'ta yaşıyorsunuz?" sualine cevap vermekten sıkıntı geldiğini itiraf etmeliyim; onlara göre taşrada yaşamak bir fedakârlıktı ve ben böyle yapmakla bir nevi şövalyelik yapmış olmuyor muydum?
Olmuyordum tabii; her defasında dürüst davranmaya dikkat ettim; memleket edebiyatı yapmadım. Bunun başlıca iki sebebi vardı; ilki, göçmemi gerektirecek câzip bir vesile ile karşılaşmamış olmak, ikincisi ise taşrada yaşamanın sunduğu küçük konforların kıymetini takdir etmekten ibaretti.
Hayır, beni buraya sıkı sıkıya bağlayan şey, "Ölürüm de gitmem; burası benim atalarımın toprağı, nefes alıp verdiğim yer..." vesaire türünden romantik gerekçeler değildi; itilmemek ve çekilmemek gibi iki basit fizik hadisesi ile açıklanabilecek bir şeydi.
Dolayısıyla yaşadığım şehri ve iklimi ne zaman ucundan kenarından eleştirmeye kalkışsam, "6. Şehir yazarlığı" kolumdan çekti.
"ayın misafiri" mikrofon budalalığına kapılınca...
Sivas İl Genel Meclisi'nin nazik başkanı, o mâhut tarihten birkaç hafta önce ziyaretime gelerek "ayın misafiri" sıfatıyla beni, konuşmacı olarak dinlemek istediklerini söylediğinde meselenin oraya geleceğini elbette bilmiyordum. Toplantıdan yarım saat önce, "Ne konuşalım, ne kadar konuşalım?" diye ev sahibine sual ettiğimde kısaca "Sivas'ı anlat" demişlerdi.
"Peki" dedim; hatamı ertesi gün anlayacaktım ama.
Sonra kürsüye çıkıp, bir çocuk gibi onlara Sivas hakkında neler düşündüğümü anlattım. Artık Sivas'tan göçmeyi ciddi ciddi düşünmeye başladığımı, çünkü evle iş arasında kurduğum şahsi turların dışına çıkmamı cezbedecek "şehre dair" güzelliklerin pek kalmadığından yakındım. Meselâ Nuri Demirağ isminin Sivas Havaalanına verilmesi hakkındaki teklifin yine bir Sivaslı bakan tarafından duymazdan gelindiğinden, bir mahalli gazete dışında konunun sahiplenilmediğinden bahsettim. Esnafları şikâyet ettim, "bazen dayak yemeden dükkândan dışarı çıkabildiğimize şükrettiğimizi" anlattım. Mahalli basının, mahalli güç odaklarıyla "uyumlu" çalışmaktan başka hassasiyeti olmadığından, belediyenin halkla ilişkilerdeki üslupsuzluğundan, ortaklık kültürünün bu şehirde bir türlü gelişemediğinden, bu yüzden kalkınmanın mütemadiyen devlet desteğiyle ilişkilendirilmesinden dem vurdum; bazı Sivaslıların niçin hep kendini devletten alacaklı hissettiğini anlayamadığımı, bu mağduriyet psikolojisinden artık rahatsızlık duyduğumu ifadeye çalıştım.
Konuşma bittikten sonra Meclisin bazı üyeleri, "Sayın Bakan"a lâf dokundurduğum için rahatsız olduklarını belirttiler; ben de onlara "Fakültede mahalli idareler dersi okumuştum ama sizlerin birer siyasi kimlik taşıdığınızı unutmuşum. Şahsen sizleri incitti isem özür dilerim fakat ben böyle düşünüyorum. Politik bir beklentim olmadığı için rahat konuşuyorum, kusura bakmayın." cevabını verdim. "Lehte" söz alanlar da oldu ama züccaciye raflarından bir kaçını alaşağı ettiğimi fark etmiştim.
O konuşma, mahalli televizyonların birkaçında akşam haberi olmuş; ertesi gün bir mahalli gazetede, kibarlığı bir tarafa bırakan hakaretâmiz yazılar yayınlandığını da öğrenince "dükkân"da eni konu hasara sebebiyet verdiğimi iyice anlamış oldum.
Sivas'ın efkâr-ı umûmiyesi bir kaç gün bu mesele ile meşgul oldu; aldırış etmedim, cevap vermedim, tekzibe yeltenmedim. "Yanlış anlaşılan bir şey varsa, işte ekran; gel düzelt" tekliflerini reddettim.
O günden beri mahalli gazete okumuyorum, mahalli kanalları seyretmiyorum. Konuşma, sohbet, konferans tekliflerini kabul etmiyorum. Bir nevi tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış vaziyeti yani. Bu yüzden epeydir içimde soğumaya bıraktığım memleket tutkunluğu, o gün katılaştı; elle tutulur, denge sarılıp sırtlanarak götürülür bir hâle geldi.
Aslında o konuşmaya şöyle başlamıştım: "Altıncı Şehir'i okuyan herkes, benim deliler gibi Sivas'a âşık olduğumu sanıyor ama durum öyle değil. O kitap, şehrin geçmişine dair bir güzelleme idi. O güzellikten bugüne aksetmiş bir değer bulmakta zorlanıyorum. Şartlar benim için müsait hale geldiğinde başkaları gibi ben de çekip gidebilirim; beni zihnen ve hissen buraya bağlayan ilmekler zayıfladı... vb."
Mikrofon budalalığı diye bir şey vardır; bilmem başınıza geldi mi? Ne kadar kontrollü konuşmaya niyetli olsanız da bir andan sonra kendinizi gizleyemez ve samimi davranmaya karar verirsiniz. On dakikadan fazla konuşan herkes ille de kendinden bir şey ifşâ eder. Benim ifşâm Sivas hakkında idi.
Zannetmiştim ki, vaktiyle hakkında latif şeyler de yazmış biri olarak eleştiride, hatta sitemde bulunmaya bir nebze hakkım vardır; bu zannın iyimserlikten de öte saflık raddelerinde gezindiğini artık kabul ediyorum. O günden beri Sivas'la ilgim "hemşehrilik" hukukundan boşandı, "sekene" hukukunda karar kıldı. Bu karardan sonra içimde bir yerlerin hâlâ sızlayıp durduğunu söylersem yalan söylemiş olurum.
şehirler fânidir ama insanlar daha çok fânidir
Bu noktada meseleye iki değişik açıdan bakmak gerektiğinin farkındayım. Her şehir gibi Sivas da değişiyor; her ferd gibi ben de değişiyorum; şehirler yaşlanmıyor, insanların ise nüfus kâğıdı çabucak eskiyiveriyor. Birbiriyle bağlantısız iki unsurdan sadece birini esas alarak değişimi yargılamak elbette kabil-i insaf değil: Sivas, 1960'lı yıllarda kaybetmeye başladığı şehirli birikimini şöyle böyle elli sene sonra bugünlerde yeniden el yordamıyla aramaya başladı; o dolup dolup boşalan devâsâ bekleme istasyonunun sâkinleri, Sivas'ın içinde yerleşilip dal budak salınacak bir "durak" olduğunu yavaş yavaş fark etmeye başladılar. Son iki senede yayına geçen iki farklı "şehir dergisi"nin varlığı, bu gerçeğe işaret ediyor. Sivaslılar köklerini arıyorlar, vaktiyle buralarda hangi kurumların hükümfermâ olduğunu merak ediyorlar, meşhurlarını tanımak, eski hayat nizamını bilmek istiyorlar. Bu genel talep, bir yere yerleşmek arzusunun kuvvetli nişâneleridir. O tanıdığımızı, bildiğimizi sandığımız Sivas'ın içinde yeni bir şehir kuruluyor, yeni bir hayat tarzının temelleri atılıyor. Yol çıkınları yerini tencere tavaya terk ederken denkler açılıyor, sergiler yayılıyor; insanlar kalıcılık niyetiyle yaşadıkları beldeyi şöyle alıcı bir bakışla gözden geçirmeye başlıyorlar. Ne var ki biz fanilerin, o koca Sivas şehri gibi sabırlı, asır-dîde ve bilmem kaç kere yapılıp yıkılmış, harâbeye döndükten sonra yeniden şenlenmiş bir uzun ömür sürme imkânımız yok; bizler bütün güzellikleri bir ömür içinde görmek isteriz ve bu arzu, eşyânın tabiatına aykırıdır.
beni mızmızcılardan yazın
Bu söz uzar gider ve usturuplu şekilde bağlamak gerekir; bu bâbda insanlar ikiye ayrılıyor: İlki taş üstüne taş koyanlardır ki ben onlardan değilim; ikincisi "o taşın yeri orası değil" diye kenardan mızmız edenlerdir; ben onlardanım.