50 yıl sonra tarih, bugünleri nasıl yazacak?

Onbeş günden beri Türkiye olağanüstü günler ve olaylar yaşıyor; hadiselerin hızlı akışı içinde bazı önemli nüanslar geri planda kalırken, âcil siyasi ihtiyaçlar öne çıkıyor. Bu hızlı tempo içinde ister istemez sürüklendiğimiz için aslında neyin daha büyük bir önemle vurgulanması gerektiğini gözden kaçırıyoruz.

Bundan elli sene sonra tarih kitaplarında, yaşadığımız günlerin nasıl anlatılacağı meselesi o yüzden zihnimi kurcalamaya başladı ve "tarihçiler elli sene sonra bu olayları nasıl yazarlar?" sorusuna cevap olmak üzere kendimce bir deneme yapmaya karar verdim.

Sene 2057. Tarih kitaplarındaki başlık şöyle: "2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri ve yansımaları"


2007 yılında görevini sürdüren Türk Parlamentosu, 2002 yılında halkın serbest iradesiyle yapılan seçimler sonucunda belirlenmişti. Bu seçimlerde, daha önceki seçimlerde de uygulanan yüzde 10 ülke barajı yüzünden ancak iki parti mecliste grup kurabilmiş ve çoğunluğu, kullanılan oyların yüzde 34,28'ini alan AK Parti 365 sandalye ile seçimi kazanırken, barajı aşabilen ikinci parti CHP, yüzde 19,39 ile 177, bağımsızlar ise 8 vekil alabilmişlerdi. 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Meclis aritmetiği hayli değişmiş, seçim barajını aşamayan ANAP, partilerinden istifa eden vekillerle 20 kişilik bir grup oluştururken bağımsız sayısı 11'e yükselmiş, AK Parti'nin vekil sayısı 353'e, CHP'ninki ise 151'e inmişti.

1982 yılından beri yürürlükte olan Anayasa'ya göre cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 12 Eylül öncesini hatırlatan bir kriz çıkma ihtimali görünmüyordu. Anayasa'nın 102. maddesinde seçimin nasıl yapılacağı ayrıntıları ile anlatılmıştı. Buna göre üçer gün arayla yapılacak en fazla dört oylama ile Meclis seçimi tamamlıyor, aksi takdirde Meclis feshedilerek erken seçime gidiliyordu. AK Parti'nin üye sayısı ilk iki tur için yeterli olmasa da 3. turda seçimin anayasaya uygun tarzda tamamlanması kesin gibiydi.

Seçim turları başlamadan üç ay kadar önce CHP, 102. maddenin bugüne kadar yanlış yorumlandığını ileri süren bir hukukçunun iddialarına istinaden, ilk iki turda 367 kişilik üçte iki çoğunluğun Meclis'te hazır bulunması gerektiğini savunarak konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini söyledi. Ciddi hukuk çevrelerinde bu iddia ciddiye alınmadı çünkü bu varsayım, mantığı zorlayan ve daha garibi, ondan önceki üç cumhurbaşkanı seçimini şaibe ve geçersizlik gölgesinde bırakacak bir aşırılık ihtiva etmekteydi.

Türk basını bu konuda derhal ikiye bölündü ve 367 meselesinin ciddiye alınması gerektiği yolunda yorumlar sıklaşmaya başladı: AK Parti'nin, hatta TBMM'nin cumhurbaşkanı seçmemesi gerektiğini ileri süren laikçi çevreler 367 sayısının şart olduğunu savundular. Bu zorlama yorumun tartışılmasını bile gereksiz bulan karşı görüş sahipleri ise, Anayasa Mahkemesi'nin 367 şartını kabul etmesine asla ihtimal vermedikleri için bekleyip olayların gelişmesini izlemeyi tercih ettiler.

Meclis'te 27 Nisan günü yapılan ilk tur oylamada AK Partililerin adayı Abdullah Gül, 361 vekilden 357'sinin oyunu alınca CHP hemen Anayasa Mahkemesi'ne başvurarak itirazda bulundu.

Aynı günün gecesi saat 23 sularında Genelkurmay Başkanlığı, resmî web sitesinde garip bir açıklama yayınlayarak ne anlama geldiği anlaşılamayan sert bir laiklik uyarısında bulundu. Bu bildiri gündemi bir anda değiştirdi ve TSK'nın Abdullah Gül'e ve AK Parti'ye karşı tavır aldığı, Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu bildiriden etkilenecekleri şeklinde yorumlandı.

Anayasa Mahkemesi'nin kararını açıklamasından bir gün önce CHP lideri Deniz Baykal bir basın toplantısı yaparak, "Anayasa Mahkemesi'nin 367 milletvekili bulunmadan cumhurbaşkanı seçilebileceği yönünde karar vermesi, Türkiye'yi tehlikeli çatışmaya sürükleyecektir" iddiasında bulundu. Bu açıklama, karar sürecindeki mahkemeyi etkilemesi bakımından Anayasa'nın 138. maddesi hükümlerine açıkça ters düşmesine rağmen laikçi çevrelerde bilakis şen-şakrak yorumlarla kutsandı.

Neticede mahkeme, itirazdan iki gün sonra derhal bir karar üreterek üçte iki nisbetinde toplantı yeter sayısı kuralını yeni bir içtihat olarak ilan etti. Böylece Türk Hukuk tarihinde görülmemiş bir durum hâsıl oldu ve iptal edilen hüküm çerçevesinde seçilen Özal, Demirel ve Sezer'in cumhurbaşkanlığı sıfatı ile yaptığı bütün eylem ve işlemlerin "keenlemyekun" yani, hiç olmamış gibi sayılmasına yol açabilecek bir tartışma ortamı açıldı. Üstelik bu karar, üçte bir oranında oya sahip bir partinin veya partiler grubunun cumhurbaşkanlığı seçimini engellemesine de hukuki dayanak sağlamaktaydı.

Karar, laikçi çevrelerde büyük bir neş'e ile karşılanırken, Meclis'te toplam 24 üye ile temsil edilen ANAP ve DYP tarafından da, "onlar bize çok çektirdiler; şimdi de onlar çeksinler" mealinde sözlerle yorumlandı. Halbuki, 367 tartışmasına fiilen son vererek ülkenin yeni cumhurbaşkanını Anayasa hükümleri çerçevesinde seçtirmek için bu iki parti üyelerinin ilk gün Meclis genel kuruluna katılmaları yeterli olacaktı.

Böylece Türkiye'de siyasi sistem, muhalefet partilerinin hukuku zorlayıcı yorumları ve Meclis çalışmalarını engellemeleri sebebiyle tıkanıklığa uğradı. Bu hızlı akış içinde en büyük zararı, o güne kadar en yüksek hukuk mercii sıfatı ile büyük itibara sahip bulunan Anayasa Mahkemesi'nin gördüğü söylenebilir çünkü verdikleri karar, 1982 Anayasası'nın ruhunu ve metnini zorlayıcı nitelikte olduğu gibi, ülkede politik sistemi ağırlaştırıcı ve yerinden kımıldayamaz mahiyette bir tesir yapmıştı. Esas şaşırtıcı husus ise, yüksek mahkemenin bu tartışmalı kararının laikçi, muhalif ve ulusalcı çevrelerde bir millî maç galibiyeti tarzında algılanarak konunun hukuki tarafının görmezden gelinmesiydi.

2007 yılında yapılan seçimler ve ondan önce yaşanan olaylar, 27 Mayıs 1960 Darbesi'nden sonra Türk demokrasi tarihinde ikinci bir dönüm ve kırılma noktası teşkil etmektedir. Nitekim 2007 yılında yapılan seçimlerin sonucunda son derece ilginç sonuçlarla karşılaşıldı ve...


Evet, benim tahminime göre 50 yıl sonrasının tarih kitapları, olup-biteni aşağı yukarı böyle yazacaktır. Bazı kişiler için tarihin ilerde kendileri hakkında ne söyleyeceği önem taşımayabilir fakat hakikat karşısında bir duruş sahibi olanlar için tarihin hükmü daima önemlidir.

AKLINIZDA BULUNSUN: ESKİŞEHİR'DE BİR SAHHAF DÜKKANI VE BİR RİCA

Eskişehirli kitap dostlarına minik bir ricam olacak. Sakarya Caddesi'ndeki Ülkü Sokağın 7/A numaralı adresinde bir sahhaf dükkanı var. Sahibesinin ismi Nihal Bayazıt Ercek. Bir şehirde bir sahhaf dükkânının bulunmasının ne anlama geldiğini bilenler, müsait bir vakitte dükkâna uğrasınlar. Bir şey almaları şart değil; destek ve moral versinler, çünkü bu sahhaf dükkânı kapanmak üzere.

Dükkânın adı "Kitapbank"

Bu ricamı kırmayacağınızı ümid ediyorum: Kitapbank yaşasın!


Kaynak (Arşiv)