17 Aralık!
17 Aralık tarihine atfedilen önem, eğlenceli boyutlara ulaştı. İşiten "milât" zanneder. Borsa erbâbının sancılı hâlinden 17 Aralık'ta tatlı yerine "şallama" ile yetinmek zorunda kalacağımız anlaşılıyor.
AB Yanlılarının en büyük endişesi ise açıklanacak raporda Türkiye'deki AB aleyhtarlarının güçlenmesine yarayacak sivri lâfların yer almaması. Daha şimdiden 10-15 senelik bir karantina süresinin mâkul sayılması gerektiği hakkında görüşler dillendiriliyor.
Nelerle uğraşıyoruz?
Önümüzdeki seçimlerde kazanma ihtimâline sahip herhangi bir partinin AB aleyhtarı tutum takınabilmesi muhtemel midir? Düşünülemez bile. AK Parti hükümetinin kendince geçerli sebepleri var ama devletin AB konusunda hangi net tavır içinde bulunduğunu ben bilmiyorum meselâ; bir nevi "bekle gör" taktiği, "şimdilik işler iyi gidiyor, gerekirse tavır koyarız" beklentisi var gibi sanki.
Bu dalgalanma 17 Aralık'ta durulmaz; 17 Aralık'ta AB sözcüleri, Türkiye'nin AB ile beklentilerini sürdürmeye yarayacak vaitkâr ifâdeleri ihmâl etmeksizin işin "olmaz"larını diplomatik bir dille hatırlatacaklardır; bu tahmin, AB'nin reelpolitik hesaplarının icabıdır. Avrupalıları hangi durumda nasıl tavır alabileceklerini kestirecek kadar tanıyoruz; burada problem yok. Mesele, kendi işlerimiz hakkında Avrupalı gibi düşünüp uygulayamamaktan kaynaklanıyor. İşte o yüzden AB'nin, zihninde nasıl bir Türkiye tasavvur ettiğini ancak 17 Aralık'tan sonra başlaması beklenen "ucu açık" müzakereler esnasındaki taleplerinden anlayacağız. Aslında bizden neler talep edecekleri de sır değil ama kesin bir dille, "resmen" ifâde etmeyi âkılâne bulmadıkları için susuyorlar. Resmi ağızlar perhize riayet ederken, Avrupalı politikacılar fikirlerini açık seçik ifadeden kaçınmıyorlar. Bu beyanlar bizim için özel istihbarat kıymetindedir ve yarı resmi düzlemde söylenen sözlerin AB belgelerinde resmi görüş olarak yer alması sadece bir zaman meselesidir.
İşte Fransa'da iktidar partisinin (UMP) liderliğine seçilen Nicholas Sarkozy'nin 40 bin kişi önünde söylediği sözleri de biz "reelpolitik" çerçevesinde anlamalı ve değerlendirmeliyiz. Sarkozy, Türkiye'nin Avrupa ile ortak olmasını, ancak AB'ye üye olmamasını savunuyor. İşimize gelmiyor gibi görünse de bu fikirlere daha şimdiden büyük ciddiyet atfetmek gerekir. Avrupa Birliği'nin ilelebed büyüyemeyeceğini ileri süren Sarkozy, Avrupa'nın doğusu hakkında -haklı olarak- daha sıcak şeyler söylüyor: "Doğu Avrupa'daki kardeşlerimize yardım çağrısında bulunuyorum. Bazen bir risk olarak görülen bu durumu bu kez bir şans olarak görüyorum. Doğu Avrupa'daki kardeşlerimiz ilerleme, büyüme ve refah istiyorlar, onlara yardım etmeliyiz. Bunu yapmak zorundayız ve bu çıkarımıza."
Türkiye'deki AB taraftarlarının en az Sarkozy kadar fikri tutarlığa sahip ve dürüst davranabilmesi ne güzel olurdu. Neticede 17 Aralık'ta Türkiye'ye gösterilecek AB vizyonu, Sarkozy'nin söylediklerini zımnen tekrarlamakla birlikte Türkiye'de çok etkili çevrelerin AB taraftarlığından soğumasını engelleyecek bir ambalajla takdim edilecektir.
Her şeyi bile bile AB üyeliğinde ısrar, Türkiye'nin imajını ciddi surette bozuyor ama ne esef edilecek haldir ki bu ülkede demokrasinin asrî icaplarını kabullenebilmek için gayrımümkün bir AB üyeliğini manivelâ gibi kullanmak kaçınılmaz görünüyor. Bu manivelânın kırılacağı tarih pek uzak değildir; siyâset, o tarih gelmeden AB üyeliği talebini mecnûnlar gibi tekrarlamaktan vazgeçip, eşit şartlarda komşuluk ve ilişki düzlemine geçebilmektir.
"Şimdilik işler iyi gidiyor" beklentisi, bana ellinci kattan düşmekte olan bir talihsizin, 22 kat hizasından geçerken cam kenarında kendisini gören arkadaşının, "nasılsın" sualine verdiği cevabı hatırlatıyor:
-Şimdilik iyi gidiyor!