1324 senedir dinmeyen matem: Kerbelâ vakası
İnançlar tartışılmaz, irdelenmez, onların tabiatına beşeri bilimlerin metodları uygulanarak nüfuz edilemez ama tarihte nelerin olup bittiğini "anlamak" için soğukkanlı ve ilmî okumalara her zaman ihtiyaç vardır. Kerbelâ vakası, "anlayış"la "anlamak" arasındaki ince sınırda duran bir hadise. Kerbelâ vakası"nın miladî hesapla 1324, hicrî takvime göre 1364. sene-i devriyesi İslâm coğrafyasında törenlerle idrak edildi. Özellikle Şia dünyasında Kerbelâ"nın derin gönül yanıkları bırakmış olması tarihin en mühim ve tâyin edici hadiselerinden biridir; bu hicrân, bu matem 1324 seneden beri, acısı her defasında yeniden hissedilerek tazeleniyor ve dinî kimliği perçinleyen bir tesir yapıyor.
Kerbelâ, Sünnîlerin çoğunlukta olduğu yerlerde daha ziyade, Muharrem"in 10"unda aşure pişirilip konu-komşuya dağıtılması gibi folklorik tarafıyla yankı buluyor; buna mukabil Şiiler için Muharrem"in ilk on günü, kollektif dinî şuuru inşâ ve ihyâ eden, dini heyecanı tazeleyen yanıyla neredeyse Ramazan"a denk bir yoğunlukla yaşanmaktadır.
İnsan rakama gelmez
Bakış açısı ve hadisenin konulduğu çerçeve, hadisenin anlam ve önemini de tayin eder. Şiiler için insanlık tarihinin en trajik kırılış ânını temsil eden Kerbelâ vakası, tarih disiplininin soğukkanlı nazarında basit bir iktidar mücadelesi, küçük çaplı bir askerî çatışma gibi görünür; Bedir Muharebesi de öyleydi meselâ: Hicretin 2. yılında meydana gelen bu birkaç saatlik küçük çatışma, Müslümanların 300, Müşriklerin ise bin civarında savaşçıyla iştirakiyle başladı ve Müslümanların galebesiyle sonuçlandı. Bedir"de Müslümanlardan 14, Mekkeli Müşriklerden ise 70 civarında insanın öldüğü kaydedilmiştir. Kerbelâ vakasında başta Hazreti Hüseyin olmak üzere kafilesindeki (kadın ve çocuklar dahil) 72 insanın katledildiği biliniyor. Rakamlar bazen hiçbir şeydir!
Çetrefil bir tarih meselesi: "Dinî"
olanla "insanî" olanı tefrik edebilmek
"Kerbelâ niçin ve nasıl oldu?" sorusuna sade ve kısa bir cevap aramadan önce, İslâm tarihinin en karakteristik vasfını hatırlatmakla işe başlamalıyız. "Efendimiz"in hayatta olduğu zamanlar, bu tarih telakkisinde "Asr-ı Saadet" diye bilinir ve çok özel bir parantez teşkil eder. Asr-ı Saadet, Müslüman tarihçiler tarafından çok güçlü dinî heyecan ve idealist yaklaşımlarla tasvir edilmiştir; öyle ki, bu zaman zarfında Müslümanların, Hz. Muhammed"in (selâm ona) tartışılmaz otoritesi etrafında, sair zamanlarda tabiî görünen insanî zaaflarından bile arındıkları ve bu olağanüstü devri pastel renklerle süsledikleri intibaına kapılmamak mümkün değildir. Efendimiz"in ufûlünden sonradır ki etrafındakiler -âdeta- birer insanoğlu olduklarını hatırlayarak ait oldukları zamana, zemine, tabiata ve elbette zaaflarına avdetle, mensup oldukları klanı, Hicaz"ın mahalli göreneklerini, asabiyye hissini hatırlarlar ve sair zamanlar için her toplulukta normal kabul edilen davranış ve tepkilerini yeniden keşfederler. Siyaset kavramının gerekleri, sanki bu topluluk için Efendimiz"in ufûlünden sonra keşfedilmiş gibi bir manzara çıkar ortaya. Mesela Hz. Ebubekir"in halife seçimi bazı kırgınlıklara yol açmıştır ve cemaat içinde derinden de olsa huzursuz kıpırtılar hissedilmiştir. Bu konuda kırgınlık, haset, hırs gibi "insanî" tepkiler Hz. Osman zamanında zirveye ulaşır ve Hz. Osman, siyasî muhalifleri tarafından kamu işlerini lâyıkınca yönetememek, kendi ailesine lüzumundan fazla iltimas göstermekle alenen itham edilerek neticede kendi harîminde (evinde) siyasî bir suikast neticesi katledilir.
Bu noktada kısa bir "es" verelim!
Bu âna kadar olup bitenleri hangi çerçeve ve kapsam içinde değerlendirmeli: Mümkün görünen iki izah tarzı var. İlki dinî çerçeveyi tercih etmek; ikincisi ise "insanî": İnsanî, yani politik, yani iktisadî, yani psikolojik, yani sosyolojik, yani tarihî çerçeve. Hz. Peygamber"den sonra "dinî" olanın "insânî" olanla birlikte yürütülmesi ve eski tâbirle "tedvir" edilmesi gerekiyordu ve tabii olan da bu idi. Halbuki karşılaştığımız mesele, dinî olanla insanî olanın iç içe geçirilerek neticede insanî işlerin "din" çerçevesinde mütalaasından doğan zihniyet ayrılıkları meselesidir.
Kerbala'ya adım adım
Devam ediyoruz: Hz. Osman"ın toplumda yeni düşmanlıklar yaratacak tarzda katledilmesi ile Hz. Ali"nin hilafeti, kendiliğinden tartışmalı bir siyasî süreç başlattı. Bu süreçte Efendimiz"in eşi Hz. Aişe ve "aşere-i mübeşşire"den bazı sahabenin askerî bir güç tertipleyerek Hz. Ali"nin hilafetine karşı kılıç çekmesi, esasında dini değil, başta siyasî olmak üzere sair sebeplerle (mesela psikolojik; kırgınlıklar, nefretler, intikam hissi, asabiye içgüdüsü gibi) izah edilmesi lazım gelen insanî nitelikte bir iktidar mücadelesiydi. Cemel vakası diye bilinen bu olayda Hz. Ali üstün geldiyse de siyaseten zaafa uğramıştı ve öteden beri zekâsıyla tanınan Şam valisi Muaviye, bu iktidar sarsıntısından yararlanarak Hz. Ali"ye o âna kadar vermediği biatı, silahlı muhalefete çevirerek isyan etti. Sıffin diye bilinen yerde, aralarında Sahâbeden nice değerli zâtın mücahit sıfatıyla yer aldığı İslâm"ın iki güzide ordusu karşılaştı. Galip asla belli olmadı ve Muaviye, politik bir entrika ile bu badireden sıyrılarak kendi hilâfetini ve dolayısıyla devletini ilân etti. Hz. Ali"nin bir Haricî tarafından katline dek Müslümanlar iki devlet ve iki halife arasında kaldılar. Katl hadisesinden sonra Hz. Ali"yi destekleyen Kûfe ahalisi oğlu Hz. Hasan"ı politik lider olarak tanımakta ısrar ettiyse de, Hz. Hasan Muaviye"nin baskı ve entrikaları neticesinde eşsiz bir feragat örneği göstererek hakkından vazgeçti. Böylece Muaviye, problemli bazı bölgeler dışında ümmeti yeniden tek devlet haline getirebildi.
Muaviye"nin hilafeti dinî nokta-i nazardan ümmeti yaralamıştı ama politik ve beşeri kriterler bakımdan kurduğu kamu nizamının, kısa zamanda bir dünya devleti haline dönüşmesindeki başarıya dikkat etmelidir. Emeviler hanedanı Muaviye ile başladı, öldüğünde yerine oğlu Yezid geçti. Yezid"e Hz. Ali"nin küçük oğlu Hz. Hüseyin biatte isteksizlik gösterdi zira Yezid"i halife vasıflarına uygun görmüyordu. Bu tereddüdü sezen Kûfeliler, kendisini Kûfe"ye davet ederek ona biat edeceklerini açıkladılar. Kerbelâ hadisesi, bu tehlikeli politik teşebbüsü haber alan Yezid kuvvetlerinin, kafileyi yarı yolda Kerbelâ denilen mıntıkada kuşatarak katletmesiyle meydana gelmiştir.
Zâlime lanet, mâsuma rahmet
Bu tarz okuma biçimi, hadisenin politik ve insanî yönlerine ağır veren bir tercihtir ve bir Şii için herhalde olduğu gibi kabulü imkânsızdır; zira Şii akidesi, Kerbelâ"yı, insanî olmaktan ziyade dinî çerçeveye koymuş ve o muvacehede ona büyük bir ehemmiyet atfetmiştir. Öyle ki Kerbelâ vakası, Şii dünyasında müşterek motif ve heyecanları hareket geçirip birbirine bağlayarak "Şii" kimliği inşâ eden bir faktördür ve aradan 13 asır geçtikten sonra inanca mesned teşkil etmiş hadiseleri, sıradan bir politik olay vasfıyla yeniden nitelemeye kalkışmanın mânâsı da yoktur.
İnançlar tartışılmaz, irdelenmez. İnançların olduğu gibi kabul ve hürmet görmesi gerekir.
Bu vesileyle Yezid"in şahsında bütün zâlimleri lânetliyor, Hz. Hüseyin"in şahsında bütün mâsumlara rahmet diliyorum. Allah"u a"lem b"is-savab!