100. Yılında II. Meşrutiyet, Ömrü kısa özgürlükler dönemi
1876 yılında amcası Sultan Abdülaziz'in asker-sivil bürokratların da katıldığı bir silahlı darbe sonucu tahttan indirilmesi ve bir süre sonra hâlâ tartışılan intiharı üzerine kardeşi V. Murad'ın kısa süren padişahlığından sonra tahta geçen II. Abdülhamid, tarihimizde 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşının ağır sonuçları üzerine bir süre önce ilan ettiği ilk Osmanlı Anayasası'nın (Kanun-ı Esasi) hükümlerini askıya alarak Meclis-i Mebusan'ı dağıtmış ve ülkeyi 33 yıl parlamentosuz yönetmişti.
Bu durum, sivil ve askerî bürokrasi içinde hoşnutsuzluğa sebep olunca Avrupa'daki belirli başkentlerde (Paris, Londra, Zürih vb.) örgütlenen muhalefetin hoşnutsuzluğu iyice artmıştı. Abdülhamid, 1908'e kadar kanundışı saydığı siyasi muhalefeti çeşitli usul ve taktiklerle etkisiz kılmayı başarmıştı ancak aynı yılın yaz aylarında Rumeli'nde mevzilenen III. Ordu birliklerinden bazılarının birbiri ardınca isyana kalkışarak dağa çıkması ve birkaç yüksek rütbeli askerin suikasta maruz kalması, Abdülhamid'in anayasal düzeni yeniden kabullenmesiyle sonuçlandı. Tarihimizde II. Meşrutiyet'in ilanı denilen hadise budur.
II. Meşrutiyet devrinin belli başlı aktörleri
II. Abdülhamid Han: Meşrutiyet inkılâbı, görünürde idari bir değişikliğe yol açmadı. Pâdişah sadece 1876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe geçiren bir kararname imzaladı ve 31 Mart ayaklanmasının son günlerine kadar yerini korudu; oysaki Rumeli'de dağa çıkan asi birliklerin sözcüleri başta olmak üzere bütün muhalif güçler, Meşrutiyet'in ilanından sonra Abdülhamid'in yerinde kalmasına şaşırmış ve içlerine sindirememişlerdi.
Muhalefet: Abdülhamid, bütün iktidarı yılları boyunca siyasi muhalefete meşru zeminlerde kendini ifade etmek imkânı vermemişti; o yüzden siyasi muhalefetin ağırlığı Avrupa'daki merkezlerde ve Selanik'te yoğunlaşmıştı. Meşrutiyet'i izleyen günlerde muhalefet kendini görünür kılmakta zorlandı. İttihat ve Terakki bu yüzden önemli kısmı gizli tutulan, ancak meclis grubu ortada duran bir örgüt manzarası çizmiştir. Muhalefetin kurumlaşmasına imkân tanıyan Cemiyetler Kanunu'nun 16 Ağustos 1909'da alelacele kabul edilmesi dikkat çekicidir. Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart vakasına kadar geçen ara dönemde (24 Temmuz 1908-13 Nisan 1909) kurulan siyasi örgütler başlıca şunlardı: İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Fedakâran-ı Millet Cemiyeti, Ahrar Fırkası ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti.
Basın: Daha önce sıkı bir sansür rejimi altında bunalan basın faaliyetleri, Meşrutiyet'in ilanı ile tam bir kontrolsüzlük içinde başıboş bir gelişme gösterdi. O günlerde dilden dile gezen "Hürriyet" kelimesi, dileyenin her istediğini yapabileceği geniş bir yorumla karşılanmış, ancak daha sonra kanuni düzenlemeye gidilmişti; burada dikkat çekici husus, İTC'nin iktidarı tek başına kontrol edecek derecede kendini güçlü hissettiği andan itibaren eskisini mumla aratan sertlikte bir sansür uygulamasına yeniden dönmesi olmuştur.
Ordu: Abdülhamid, saltanatı süresince bürokrasiyi "Bâbıâli", basını ve orduyu sıkı bir kontrole tabi tutarak siyasileşmelerine izin vermemiş, ideoloji üretebilecek kaynakları baskı altına alarak yönetim cihazının sinir uçlarını Yıldız Sarayı'na bağlayan tek merkezli bir örgütlenmeye gitmişti; buna rağmen ordu, önceleri askerî okullarda başlamak üzere Avrupa merkezli Jöntürk akımının tesirine girdi; daha sonra Rumeli'nde eşkıya takibiyle görevli özel birliklerde genç zabitler teşkilatlanma imkânı bulabildiler. Nitekim Meşrutiyet'in ilan edilmesini zorlayan da bu birlikler oldu.
Kamuoyu: İlk gazete, XIX. yüzyıl ortalarında yayınlanmasına rağmen Türkiye'de modern mânâsıyla kamuoyu henüz teşekkül etmekteydi. II. Abdülhamid'in demiryolu ve özellikle telgraf haberleşmesine verdiği önem, haberleşme ve ulaşım altyapısını destekleyen önemli unsurlardı; fakat XX. yüzyılın başlarında Osmanlı kamuoyunu İstanbul ve kısmen Selanik merkezinde oturan ahaliden ibaret saymak da mümkündür. Kamuoyunun modern şekliyle vücut bulması Meşrutiyet'i izleyen günlerde mümkün olabildi; basında sansürün kalkması evvela İstanbul'da, sonra imparatorluk taşrasında gazete, dergi ve kitap yayınlarını adeta patlatmış, gazete okuyucusu denilen bir kitlenin büyümesine yol açarak ülkede siyasileşmeyi hızlandırmıştı.
Meşrutiyet'in ilan edilmesi neleri değiştirdi?
II. Meşrutiyet'in ilanı, teknik açıdan sıradan bir resmi işlemden ibaretti. Padişah, o günün resmi gazetesine 1876'dan beri yapılmayan seçimlerin o yıl düzenleneceğini belirten bir irade koyulmasını emretmişti. Bu küçük ayrıntı evvela dikkat çekmemiş, ancak az sayıdaki "hürriyetperver" ve İttihatçı sempatizanı tarafından önemi kavranarak hemen kamuoyuna duyurulmuştu.
Halk, "siyaset"e katılıyor
Osmanlı kamuoyu için o gün itibariyle Meşrutiyet, içine iyilik, güzellik ve serbestlik namına hemen her anlamın doldurulduğu yeni bir kavramı ifade ediyordu. Birçok kimse, artık bütün davanın hallolduğu gibi çocukça bir inanç içinde ve belki de gittikçe ağırlaşan dış politika şartlarının bunaltısı ile aklına eseni yapmak eğilimdeydi: Meselâ, "Böyle devr-i dilara-yı meşrutiyet devrinde vergi verilir mi?" lâfı bazı vilayetlerde vergi tahsilâtını sekteye uğratırken öğrenciler, "hürriyet geldi" diye imtihansız sınıf geçme hakkı istiyordu. O günlerde adı türkülere bile geçen hürriyet devri, bilhassa İstanbul'da kargaşa ve başıboşluğa yol açmıştı. Birçok güvenlik görevlisinin "jurnalci" ithamıyla alelacele işten atılması yüzünden soygun olayları artmıştı. O günlerde bakkallarda bile revolver ve fişek satılmaya başlaması, gücü yeten yetmeyen herkesin otuz kırk kuruş vererek en az bir silah edinmeye kalkışması çok dikkat çekiciydi. Güvenliğin bu kadar sarsılmasına sebep olan başlıca unsur, siyasî mahkûmlar için çıkarılan affın, bütün adî suçları kapsayacak derecede genişletilmesiydi. Daha sonra devrin içişleri bakanı 5-6 bin civarında şahsın henüz mahkumiyet süreleri dolmadan salıverildiğini açıklamıştır.
Birbirini izleyen ilk işçi grevleri, kırmızılı yeşilli bayraklarla her gün Bâbıâli önünde tekrar edilen mitingler, istenmeyen devlet memurlarının dövülüp hatta 'birer merkebe bindirilerek' işlerinden atılmaları artık sıradanlaşmıştı. Politika, yüksekokullara da hızla yayılmış, askerî tıbbiye öğrencileri daha Meşrutiyet'in ikinci günü sokaklara dökülmüştü. Yerleşik değerlerin altüst olduğu bu hengâmede hutbelerde ismi hayırla anılan halifenin komik karikatürleri iskelelerde satılıyor, hatta başıboşluktan nasîbini alan Kuzguncuklular, şirket vapuruna binmeyi reddedip, ayrıca vapur işletmeye kalkışırken günün bakanlar kurulu, daha önemli işlerle uğraşması gerekirken İstanbul'un ekmek narhını tespit etmek zorunda kalıyordu.
Basın hürriyeti yanlış anlaşılınca...
Meşrutiyet'in basın hayatı üzerindeki etkisi çok büyük olmuştu, 24 Temmuz 1908 tarihini izleyen altı yıl içinde 200'den fazla gazete ve derginin imtiyaz alarak yayına atılması bunu açıkça gösterir. O günlerde biraz teşebbüs kabiliyeti ve yazı tecrübesi olan herkes ama bu arada bilhassa küçük memurlar ve hakkının yenildiğine inananlar kolayca yayın imkânı bulabilmekteydi ve böyle bir yayın serbestîsi Osmanlı kamuoyunda alışılmamış bir yenilikti. Başıboşluk, yayın yoluyla işlenen suçlarda da kendini hissettiriyor, yarbay rütbesinde bir subayın harbiye nazırını aşağılaması, sadrazamın sünnet çocuğuna benzetilmesi gibi alışılmamış hakaretler, mevzuat boşluğu yüzünden takipsiz kalabiliyordu. Bu günlerde yayına başlayan Şeddeli Eşşek, Zıpır, Dalkavuk, Boşboğaz, Curcuna vs. gibi mizah gazeteleri yapılan neşriyatın mahiyeti ve seviyesi hakkında bir fikir vermektedir. Ne var ki bu anarşi dönemi uzun sürmeyecek ve İTC yönetimi yeni bir basın kanunu hazırlayarak, yayın hürriyetini hükümetlerin inisiyatifine terk eden eski uygulamayı yeni şekliyle yürürlüğe sokacaktı.
Yanlış kavrayış sadece basın hürriyetine mahsus değildi ve diğer alanlarda da kendini hissettirmişti. Aslında değişiklik önemli ve radikal bir karakter taşımaktaydı; çünkü fiilen yürütülmekte olan mutlak monarşiden meşrûti (kayda bağlı, sınırlandırılmış) bir monarşi yönetime geçilmekteydi. Ne var ki Meşrutiyet'e yani mutlak monarşiye geçişin sadece üst yapıyla sınırlı kalacağını fark edemeyenler, ilk günlerdeki geniş beklentilerden yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacaklardı. Bu beklentilerin ne derece yaygınlaştığını izlemek için şimdi Meşrutiyet'in ordu mensupları arasında nasıl karşılandığına bakmalıyız.
Zabitler siyasî hayatı keşfediyor ve hoşlanıyor
Meşrutiyet inkılâbını gerçekleştirenlerin genç subaylar nesline mensup olması, orduda daha yüksek rütbelilere karşı ilk günlerde derin bir hoşnutsuzluk gösterilmesine yol açmıştı. Devrin önemli şahitlerinden Hasan Amca'ya göre o günün en yüksek rütbesi teğmen ve yüzbaşılardan hemen sonra başlıyor, binbaşılar, yarbaylar ve albaylardan sonra paşalar, kıymetten düşmüş, istibdad artıkları olarak görülüyordu. Bu günlerde disiplin tam bir iflas halinde idi. Küçük subaylardan oluşan heyetler, huzurlarına mancınıkla çıkılmayan paşalara, sadakat yemini yaptırıyorlardı. Bu paşalardan çok azı, bu teklifi haysiyete aykırı bulmuş, "Hadi oğlum, insan bir defa yemin eder, beni rahat bırak" diyen hemen hemen çıkmamıştı... Pek çoğu bu ast teklifine boyun eğdiler ve yemin tazelediler. Kendilerini hızlı bir siyasîleşme sürecinin içinde bulan zabitler ve bilhassa küçük rütbeli olanlar, bu değer anarşisinde, inkılâbı bizzat başarmış olmanın verdiği gururla, normal zamanlarda affedilmeyecek davranışlarda bulunmaktan çekinmemişlerdi. O günlerde İTC taraftarı genç bir zabit olan Selim Sırrı (Tarcan), Meşrutiyet'in ilk günlerini şöyle anlatır: "Filozof Rıza Tevfik ile işbirliği yaptık. Kendi kendimizi İstanbul komiseri tayin ederek on yedi gün makarr-ı saltanat ve hilafeti idaremiz altına aldık. (...) Ertesi sabah Selimiye'ye gittim. Harem iskelesinde paşalar, yüksek rütbeli zabitler tarafından bando mızıka ile karşılandım. Aynı merasimle yemin ettirdim. Kumandan paşanın odasında çay içerken Bahriye Nazırı Hasan Paşa'nın damadı Ziya Nuri Paşa nefes nefese içeri girdi.
- Müsaade buyurularsa bendeniz de yemin etmeye geldim. Meşrutiyetin en sadık bendesiyim, dedi."
Rütbesi ne olursa olsun ordu mensuplarının asli görevlerini bırakarak, kendini rejimi ve devleti kurtaran bir sınıf gibi görmesinin tesirleri yaralıyıcı olmuştur. Siyaseti pratiğinden tanıyan genç zabitler için kışla, artık hiç de cazip bir dönüş yeri teşkil etmeyecekti. Bu dönem hakkında Mahmud Muhtar Paşa'nın verdiği hüküm, bu anlamda hâlâ tazeliğini korumaktadır: "... Hiçbir inkılâp yoktur ki, netice itibariyle onu tertib ve idare edenlerin seviye-i idrak ve irfanının fevkine çıkabilsin."
II. Meşrutiyet'i niçin bilmeliyiz?
Bundan tam 100 sene önce, Türk siyasetinde ilk defa çok partili hayata giden yol açılmıştı. Tarihimizde II. Meşrutiyet diye bilinen bu önemli olay, Türkiye'de siyasi iktidarın yapısını da değiştirdi ve serbest seçimlerle oluşturulan "Meclis-i Mebusan" adı verilen yasama organı, padişahın otoritesini paylaştı; böylece Tanzimat döneminde (1839-1876) yönetime ortak olan bürokrasi sınıfına ilaveten, seçimle gelen halk temsilcileri de yönetime dahil olarak Türkiye'de güçler ayrılığı ilkesinin temellerini atmış oldular. Türkiye'de basın hürriyeti, siyasi muhalefet, örgütlenme hakkı, iki parlamentolu meclis ve grev hakkı gibi modern demokrasinin vazgeçilmez unsurları, hayatımıza II. Meşrutiyet'le girmiş oldu. Ne var ki bu güzel gelişmeler kâğıt üstünde göründüğü kadar kolay işlemedi; yeni kurumların toplumsal yapıya uyumu büyük problemler doğurdu ve geçirdiğimiz bir asır boyunca gündemden düşmeyen siyasi bunalımlar birbirini izledi. Bu yazı dizisi, Zaman okuyucularına II. Meşrutiyet döneminde neler yaşandığını, olayların sebep ve sonuçlarıyla izah ederek, 100 sene içinde Türk siyasi hayatında nelerin değiştiğini hatırlatmayı amaçlamaktadır.
Yazı Dizisi
1\. 100. Yılında II. Meşrutiyet, Ömrü kısa özgürlükler dönemi
2\. İttihatçılar, dine muhalif değiliz demek için Ayasofya’da mevlit okutuyor
3\. Yakın geçmişimiz bugünü izah eder