Yeni yıl neş'esi
Yazıyı önceden yazdığım için geçtiğimiz 31 Aralık gecesi, meteorologların ortalığı birbirine kattığı gibi şöyle güzel bir kar yağışının olup olmadığını bilemiyorum; ne var ki hemen herkes eski yılı yenisine bağlayan gecede, kartpostal resimlerini hatırlatırcasına kar yağmasını, çocukların tatil neş'esiyle sokaklara dökülüp kartopu oynamasını, plastik leğenlerden kaydırak yapıp kaymasını ve soğuktan buymuş şekilde evlerine koşup kızarmış kestane yemesini ister.
En azından içimde hâlâ bazı heyecanlarını kaybetmemiş çocuk öyle temenni ediyor; eski yılın son gecesi karlı olmalı. Çocuklar tatil neş'esiyle, ertesi günü düşünmeden kartopu oynayıp buymalı. Evler sıcacık, ışıklı ve gülümseyen yüzlerle, -bir geceliğine olsun- herkese daha sevimli, daha neşeli görünebilmeli.
KİLİT KAVRAMIMIZ “NEŞ'E”
Hayır, “Yılbaşı kutlayan bizden değildir; o günün diğerlerinden hiçbir farkı yoktur. Zinhar 31 Aralık gecesini önemseyip evlerinizde birtakım abartılı kutlamalara kalkışmayın” korosuna katılmıyorum. Bir aile reisi olarak yıllarca yılbaşı gecesini özel bir anlam vererek kutlamamak konusunda ölçülü bir tutum takınmaya itina ettim. Çam süslemek, piyango bileti alıp çıkan numaraları takib etmek, içkili balo eğlencelerine katılmak, 12 ay durup da tam o gece tombala çekmek veya Noel baba kılığına girip çoluk çocuğa maskaralık yapmak türünden aşırılıklardan uzaktık fakat o akşam yakın akrabalardan birkaçıyla bir araya gelmek, -sobamızın olduğu çileli ama güzel günlerde- kuzine fırınında kestane kebabı yapmak, üstüne çay demleyip kabuklu fıstık, portakal ikram etmek gibi hoşluklar eksik olmadı evimizden. Böyle davranarak Hıristiyan ritüellerine katılmış, onlara benzemeye çalışmış olduğumuzu da zannetmiyorum. Yılbaşı gecesinin altını çizip önemsemek değildi bu, sadece aile ortamını biraz daha ısıtmak, biraz daha güleryüz ve neş'e katabilmekti.
Tamam, kilit kavram “Neş'e”...
BAYRAMDA NEŞELENMEK HAKKI?
Neş'eden kasdım ‘vur patlasın çal oynasın; içelim güzelleşelim' türünden şeyler değil tabii. Olayları iyimser yorumlayabilmek, yarına dirençle uyanabilmek, elimizdeki imkânları değerlendirirken pozitif kalabilmek, hattâ ve hattâ bazen bile bile çocuk kalabilmek, çocuk masumiyetine kısa süreliğine de olsa bürünebilmek gibi alelâde sevinçlerden söz ediyorum.
İster dini bir ritüel veya dinle Hıristiyanlıkla hiç alâkası olmayan, çokça piyasa ekonomisine dönük olmakla birlikte biraz da pagan toplulukların şenliklerini yaşatmak anlamını taşısın, beni ilgilendirmiyor; Batılı toplumlar genel hatları bakımından bizden daha neşeli olmayı başarıyorlar.
Bizim de bayramlarımız var; milli ve resmi bayramları ne kadar eğlence vesilesi haline getirebildiğimiz çok su götürür bir tartışmadır ama dini bayramlara ‘neşe ve eğlence' katabilme hususunda başarılı mıyız? Bilmem!..
Bayramları bir tarafa bırakalım; en sevdiğimiz yakınlarımızın düğünlerinde bile eğlenip neşelenebildiğimizi söyleyecek durumda mıyız? Başkalarını bilmiyorum, düğünler yıllardan beri bende bir an evvel oradan kaçıp kurtulmak gibi bir his uyandırıyor.
Tabii ki bu sadece dini değil, biraz da kültürel bir meseledir; belki biraz da genetik. Gülmeyi yılışmak, tebessümü sırıtmak, neşeyi havailik, kahkahayı kontrolsüzlük sayan bir terbiyeden geliyoruz. Kameralı cep telefonları çıktıktan beridir, -eksik olmasın gençler- kameraya karşı gülümseyebilmeyi öğretiyorlar yavaş yavaş hepimize.
Mesele ne gülmek, ne de eğlence; mesele ölçü.
YÜZLERCESİ ARASINDAN ÜÇ ‘NOEL' FİLMİ
Bu sıkıcı girizgâhı uzattığımın farkındayım; size üç ‘yılbaşı filmi'nden bahsetmek istiyorum. Bunlardan ilki ünlü yönetmen Robert Zemeckis'in 2004'te yazıp yönettiği “The Polar Express” filmidir. Gösterime girdiğinde sinemaya yaşını gösterir biri olarak girmiştim; filmden sonra içimdeki çocuk, bütün mâsum heyecanlarıyla ortaya çıkmıştı. O trendeki çocuklardan biri olmayı kim istemezdi ki?
Animasyon tekniğiyle yapılan film, Noel Baba efsanesine inanmayan, şüpheci bir çocuğun bir yılbaşı gecesinde yaşadığı inanılmaz derecede fantastik ve romantik hikâyeyi anlatıyor. Filmin masal atmosferi o kadar iyi aksettirilmiş ki ne zaman karşıma çıksa seyretmezlik edemem. Hele hele bu filmdeki olağanüstü kar ve kış atmosferi büyüleyicidir.
İkinci film yine bir animasyon. Charles Dickens'in aynı adlı romanından uyarlanan “A Christmas Carol” filmi Türkiye'de ‘Yeniyıl Şarkısı' ismiyle gösterildi ve belki de bütün zamanların en kalıcı ve meşhur yılbaşı filmlerinden biriydi. Kötü kalpli bir zenginin, bir gecede yaşadığı olağanüstü olaylarla nasıl iyiliksever biri haline geldiğini gösteren film, Batılı toplumlarda yılbaşı geleneğinin ne kadar belirleyici ve baskın bir rol oynadığına dair ilginç ipuçlarıyla doludur.
Üçüncü film ise, ilk ikisiyle kıyaslanmayacak derecede eski ve şimdiki zamanların görüntü tekniği bakımından hayli basit bir film. Ne var ki eski klasikleri seyretmenin tadını bilenler için bu film, siyah-beyaz sinema dilinin bütün şifrelerini ihtiva edecek derecede güzel ve filmin Frank Capra imzası taşıdığı da unutulmamalı! 1939 tarihli filmin Türkiye'de hangi isimle gösterildiğini bilmiyorum (Şahâne Hayat olabilir ama!); orijinal ismi, “It's a Wonderful Life”.
Bu filmlerin, seyrettikten sonra insana kendini hissettiren bir kimyâsı var. ‘Neşe'den kasdedip de anlatamadığım belki de bu...
Bu filmlerin ortak noktası ilk bakışta Noel gibi görünüyor ve inkâr edilemez ama Noel ritüelini aşan ve seyreden her insanın kalbine, içindeki iyilik mâdenine dokunan bir tesiri var bu filmlerin; insanlara yaşama sevincini hatırlatıyor, iyiliğin asla unutulmayacağını ve mutlaka galebe edeceğini hatırlatıyor. Sadeliğin sanatla, çocuksuluğun hayatla kesişebildiği nadide eserler.
YAŞAMA SEVİNCİNİ SOĞURMAK!
Diyelim ki bu ve benzeri yüzlerce yılbaşı filminin çıkış noktası, Hıristiyâni bir gayretin eseridir; o zaman, dini bir heyecanı bu kadar ‘yaşama sevinci'ne dönüştürebildikleri için Batılılara gıbta etmek gerek; çünkü biz inancımızı ‘bir hayat neşesi, içinde insânî ve iyi şeylerin öbekleştiği ve çoğaldığı tatlı bir heyecan biçiminde yorumlayamadık. Dinin kendisi değil, yorumlama şeklimiz, gündelik hayata pozitif güzellikler katamıyor. İslâm kültürünün çağımızın üstüne bıraktığı tad, niçin hep iç karartıcı ve negatif unsurlarla dolu?
Namlı fakihlerimiz bugüne kadar meselâ İslâmi devlet nedir ve nasıl olmalıdır meselesinde yoğun fikri mesai gösterdiler; neticede başka kültürden ve dinden insanların yaşanabilir bulabilecekleri bir İslâmî idâreyi tesis edemedik; güzelliği çoğaltamadık; insaf, adâlet ve ‘ihsan'ı yaygınlaştıramadık. Yeryüzünde insana yaraşır ve parmakla gösterilir bir dünyevî hayatı örnek gösteremedik.
Neş'e onlara; gam, çile, zulüm ve yoksulluk bize düştü; bu kötü manzaranın sebeplerini dışarda aramanın mânâsı yok; sebep biziz. Bütün neşesizlik, karamsarlık ve yaşama sevincini emip soğuran beceriksizliğimizle biz.
Haydi birlikte cevap arayalım; neş'e nerede biz neredeyiz?