Sen şehit oğlusun...
Baba... Sen hep “Evladım, bizim âdetlerimize göre genellikle kızlar kırmızı, erkekler mavi rengi tercih eder. Çek bakalım şu mavi elbiselerini de baba-oğul bir dolaşalım.” derdin.
İyi ama sen şimdi neden kırmızılar içindesin? Hem neden yatıyorsun, kalk lütfen elimden tut ki yine beraber dolaşalım.
Babacığım...
Sen hep, “Korktuğunda gel yanımda yat. Sımsıkı sarıl bana” derdin.
Şimdi korkuyorum, hem de çok korkuyorum; ama baba, yanına nasıl yatacağım? Hem nasıl sarılacağım sana, seni o tahta kutunun içine koyduktan sonra?
Baba'm...
Sen hep “Yatarken gece lambanı yak, zifiri karanlık iyi değildir. Ola ki gecenin bir vakti bir şey lazım olur, kalkar alırsın” derdin.
Sen neden şimdi o kapkaranlık yerde yatıyorsun? Bir şeye ihtiyacın olsa nasıl bulacaksın ki baba?
Baba, benim babam...
Sen hep “Pazar günü, banyo günü... Önce annen seni ve kardeşini yıkayacak, sonra kendisi yıkanacak, en son da ben banyomu yapacağım” derdin.
Ama baba, neden bugün sen bu sırayı bozdun? Niçin ilk sen yıkandın? Hem baba, neden seni o amcalar yıkadı?
Baba'm benim...
Sen hep “Oğulcuğum, üzerine güneş doğurma, erken kalk. Unutma, seher vakti rızıkların dağıtıldığı vakittir” derdin.
Bak baba, güneş çoktan doğdu, tam tepemizde. Ama sen neden yatıyorsun hala baba? Baba, kalkmayacak mısın yoksa?
Baba, benim babam...
Sen hep bana “Muhammed Ali, meşhur boksör... Küçükken, babası elinden tutar camiye götürür ve hep şöyle dermiş: “Eğer bir gün bir şeylerin kötüye gittiğini fark edersen bil ki namazlarında problem vardır” derdin; Sonra elimden tutar birlikte camiye giderdik.
Bak baba, şimdi ikimiz yine camideyiz ama sen neden benden önce geldin? Ve neden sen değil de amcam elimden tutarak beni buraya getirdi?
Aslan babam benim...
Sen hep “Oğlum, ben inşallah hep bir çınar ağacı gibi olacağım. Sıcaktan bunaldığında gölgemde serinleyecek, yorulduğunda sırtını dayayarak dinleneceksin” derdin.
Şimdi hava sıcak ve çok yoruldum baba. Nerede gölgelenecek ve de nasıl sırtımı dayayacağım sana, sen o mermerin üzerinde boylu boyunca yatarken?
Babacığım...
Sen hep “Oğlum, olur ya bana bir şey olursa bu ailenin reisi sensin. Annen de kardeşin de sana emanet” derdin.
Baba, bugün o gün mü? Aile reisi tam olarak ne iş yapar baba?
Baba'm benim...
Sen hep “Sağlığına dikkat et. Soğuk su içme, soğuk yerlere oturma. Ayağını sıcak tut, başını serin...” derdin.
Ama baba, şimdi sen neden o buz gibi mermerde yatıyorsun? Hem, hem baba, o soğuk taşın üstünde ayağın sıcak olamaz ki? Hem ayakkabını, çorabını bile giymemişsin baba?
Baba...
Sen hep “Vazifeni yap, karşındakinden beklentiye girme. Mutfakta ol, vitrinde gözükme. Hizmette en önde, gösterişte en arkada ol” derdin.
Ama baba, şimdi neden sen en önde duruyorsun? Bak, herkes sana bakıyor. Sahi baba, sen neden bugün tam da vitrindesin?
Baba, babacığım...
Sen hep “Ezan okunurken susun, kulak kabartın. Harun Reşid'in eşi Zübeyde Hanım bir sazlı eğlence esnasında minareden ezan sesini duyduğu an herkesi susturup ezanı dinlemeye davet etmiş. Allah da onu bu saygısından dolayı cennetine almış” derdin.
O gün bugündür ne vakit ezan sesi duysam can kulağı ile dinlerim. İyi ama baba, bugün ezandan önce müezzin amca neden senin adını da söyledi? Sahi baba, neden iki defa senin adını da telaffuz etti?
Babba...
Sen hep “İlk konuştuğunda benim adımı söyledi aslan oğlum. Babba dedi, babba...” derdin.
İyi ama baba, bugünden sonra ben kime baba diyeceğim? Acaba ilk söylediğim kelime “babba” olduğu için mi artık bir daha asla sana seslenemeyeceğim?
Baba'm...
Sen hep “Oku oğlum. Kitap okumadığın bir günün olmasın. Hiç okuyanla okumayan bir olur mu?” der ve her gece yatmadan evvel de bana Çocuk Kalbi'ni, Şeker Portakalı'nı, Alice Harikalar Diyarında'yı, Martı'yı, Kaşağı'yı okurdun...
“Benim Küçük Prensi'me” diyerek Küçük Prens kitabını okumaya başlamıştın bana. Baba, yarım kalan kitabı kim okuyacak şimdi bana?
Baba ya...
Sen hep “Bir baba sabah işe giderken uyuyan çocuklarını öpmeli. Onlar, uyanınca o buseyi hissederler” der ve her sabah bizi öpmeden işe gitmezdin. Biz de gerçekten uyanınca o sıcaklığı, o öpücüğü hissederdik.
Sahi baba, şimdi sabahları kim öpüp koklayacak beni?
Baba...
Sen hep “Babalar işten gelince anahtarla açmamalı kapıyı. Zile basmalı, eşi ve çocukları karşılamalı onu” derdin. Baba, gerçekten de her akşam ailecek seni karşılar, boynuna sarılırdık.
Peki baba, sen burada böyle yatarsan zili kim çalacak? Ben kime kapıyı açacak, kimin boynuna sarılacağım?
Ah babacığım...
Sen hep “Oğulcuğum. Nerede ve ne zaman olursa olsun, gözünden iki damla yaş geldiğinde bil ki ben hemen yanıbaşında olacak ve gözyaşlarını sileceğim...” derdin.
Şimdi ağlıyorum baba, bak ağlıyorum işte. Ama sen yoksun. Ellerin yok, sözlerin yok, sıcaklığın yok. Benim gözyaşlarımı kim silecek baba? Hem baba, bak ne zamandır sana sesleniyorum, seni çağırıyorum. Bir kapı açılmasına, bir pencere kapanmasına koşup gelen sen... Sahi baba, sen neden hâlâ kalkmadın? Sen neden hâlâ orada öylece yatıyorsun baba?...
Bu hafta köşemi, kadim okuyucu ve dostlarımdan birine tahsis etmekten mutluluk duyuyorum. İsmi bende saklı kalsın.
Bir şehit yetiminin gözlerinden olup bitenler nasıl görünüyor, onu anlatıyor.
Rûz-ı mahşerde nâhak yere çocukları yetim, eşlerini dul, yakınlarını sine-büryân bırakanların yakalarında olacak ellerimiz.