O ses Türkiye
Son padişah VI. Mehmed Vahidettin. Son halife Abdülmecid Efendi. Son sadrazam Ahmet Tevfik Paşa. İlk başbakan İsmet Paşa; ikincisi Ali Fethi Okyar. Sondan bir önceki başbakan R.Tayyip Erdoğan. Son başbakan Ahmet Davutoğlu!..
Süreç henüz devam ettiği için son cümleyi ‘tahmin'den öteye gitmiyorsa da görünür âkıbet öyle... Sayın Davutoğlu eğer siyasî velînimetine sadâkatte devam ederse bir şekilde tarih kitaplarına geçmiş olacak. Unvan unvandır; Türkiye Cumhuriyeti'nin, cumhuriyetin son başbakanı olmak da hayli önemli bir ‘titr'dir.
Efendim, herkes durumun farkında. Sayın Davutoğlu aslında son başbakan filan değil sadece iz bırakan bir başbakan olmak istiyor, hatta biraz daha fazlası... Fatih Sultan Mehmed'in fetihçi dinamizmiyle Mevlânâ'nın tasavvufî derinliğini yan yana getiririz; üstüne biraz Hacı Bektaş Velî kucaklayıcılığı, biraz Yavuzvâri celâdet, biraz bir Binali Yıldırım işbilirliği, biraz da Akşemseddin ile Mimar Sinan terkibinden müteşekkil ‘bilgi ve hikmet' aydınlanması ilâve edeceksiniz. Hâlâ önemli bir unsur eksik ama: Aslında hiç de elverişli olmayan ses tonuna Meşrutiyet'in meşhur hatiplerinden Ömer Nâci, Hamdullah Subhi, hatta ‘feylesofluk' ile retorik sanatını uhdesinde imtizâç ettiren Rıza Tevfik tınısı katmak şart. Siyaset dünyamızda hitabet ve belâgat hâlâ çok geçerli bir meziyettir ne yazık ki!
Hayır hayır, o cumhuriyetin son başbakanı olmak istemiyor; bilakis kaderine meydan okuyan esâtirî bir karaktere bürünerek evvelâ Türkiye'yi, bilahire ‘Kadîm' Osmanlı memâlikini ‘yeniden ihyâ ederek' (ki tabir bizzat kendisine aittir) beşeriyete ümitvar bir sahife açmak arzusundadır. Bana bu hissi ilhâm eden belirtiler dünki Mardin hitâbesinde, benim bile anlayabileceğim derecede nümâyandı.
Muhtemelen Sayın Davutoğlu'nu benden daha çok seven bir okuyucu, ‘Diren Başbakan' başlıklı yazıyla benim, Sayın Başbakan'la Sayın Erdoğan'ın arasını açmak istediğime hükmederek ayıplayıcı bir mektup gönderdi. Süflî ve kirli emellerimin bu kadar kolay fâş olmasından bir miktar dehşete kapıldımsa da sonra yeniden sâkinleşmeyi başarabildim. Sözü edilen yazı, başbakanın öncelikle ülkesine, sonra partisine, ardından liderine ve bilahire bilumum vatandaşlara, dünya barışına yapabileceği önemli bir iyilik hakkında ikazlar taşıyordu ve özü itibariyle anayasa ve hukuk devleti savunuculuğu gibi bugünlerde netâmeli sayılan bir çizginin savunulmasını temenni etmekteydi. Parlamentarizm'in suyu çıkmamıştı ve mâhiyeti belirsiz bir başkanlık mâcerasına omuz vermek yerine şimdilik uhdesinde bulunan makamın izzetini şecaatle savunması gerektiğini imâ ediyordu. Anlaşılmadığı için ikinci kere anlatılan fıkralar gibi ‘Diren Başbakan' yazısının da başarısızlığa uğradığını anlayınca biraz üzüldümse de Sayın Başbakan'ın Mardin'de irâd buyurduğu ve 10 maddelik eylem planını açıkladığı tarihi nutkunda başkanlık meselesinden hiç bahsetmemiş olmasından tesellî buldum. Plân da fena değildi doğrusu; plânın tek eksiği bir MHP klasiği ve geleneği sayılmak lâzım gelen buyurgan ve bariton bir ses tonuyla îrâd edilmeyişiydi bana göre. Aynı nutku farzımuhâl Âgâh Bey veya Nâmık Kemâl Bey veya Büyük Ülkü gecelerinde sunuculuk yapmış eski bir ülküdaşım yapmış olsaydı ses tonu ile muhtevânın theatral bileşimiyle plân, daha telâffuz edildiği anda hayata geçer ve Kürtlerin haklı olarak sinir oldukları tâbirle ‘Güneydoğu meselesi'ni ânında çözüme kavuşturmuş olurduk.
Sayın Cumhurbaşkanı'nın, başbakanı imâ ederek bazı müzevirlerce türetilen ‘Hayatımın en büyük hatası ona görev vermekti' şeklindeki türrehâtı son derece haksız buluyorum. Ses tonu ve rengi, söylediklerini bir miktar boşa çıkarıyor gibi görünse de Türkiye'de parlamenter demokratik hukuk nizamının yegâne ümidi hâlâ Sayın Davutoğlu'dur ve bu olgu ayrıca, sütun komşum Reha Çamuroğlu'nun “Olağanüstü dönemler, olağanüstü sonuçlar doğurur” teorisine de birebir uyuyor.