Neydi ilk sebep?

Filmi geriye sarıp ilk sebebe göz atmak faydalı olabilir; bunca patırtı hangi sebeple başladı, nasıl büyüdü, niçin bu noktaya geldi? Çözüme yardımı olacağından değil, anlamak için.

İlk sebep, inanılmaz derecede ufak-tefek bir mesele. Rakam itibariyle yüz milyonlarca liralık bir ciro hacminden bahsedilebilir ama o pek sevdiğimiz, “Birlik beraberlik edebiyatı”nın yanında lâfı bile olmaz. Yaşadığımız gerginliğin -ölüm acısı, kalp kırgınlığı, öfke haricinde- bugün itibariyle borsaya, faizlere akseden zarar rakamları milyarla ifade edilecek derecelere geldi.

Bazen rakamlar önemli değildir, “Feda olsun; değer ama!” dersiniz. O ilk sebep bunun için önemli; Ne etnik çekişmeydi, ne mezhep gerginliği; siyasi bir rengi bile yoktu; her şey birkaç yüz milyon dolarlık fiyakalı bir inşaat projesi üzerinde ısrardan kaynaklandı. Dışardan bakılınca itirazcılar, şehirle ilgili projeleri kendine derd edinen, alabildiğine yeşil ve masum bir topluluk zannedilebilir. Bence alâkası yok çünkü İstanbul, ondan daha beter ve perişan nice “proje” ile dizleri üzerine çökertilmiş, yenilmiş, kötü dayak yemiş bir şehir. Gerilimin tarafları açısından tırnak içinde “İstanbul”un, anafikir olmadığı çok kısa zamanda netleşti. Mesele İstanbul değil, mesele herhangi bir prensip konusu bile değil. İlk sebebe dönüp bakınca, “bunca gerginliğe değer mi yahu” demekten kendinizi alamayacağınız basit bir inşaat projesi.

Siz ki asırlık ve neredeyse kangren haline gelmeye başlamış çok önemli konuda elinizi taşın altına koymuş, siyasi geleceğinizi rehine verip iç huzur namına çok manidar ve değerli bir hamle yaparak işin zor kısmını atlatmış, dosta düşmana “helâl olsun” dedirtmeyi başarmış, zorluk aşma kabiliyetinizi defalarca isbat etmişsiniz; bundan daha müşkül nice berzahtan salimen geçmişsiniz; üç kuruşluk bir inşaat projesi için diretmeye değer mi?

Bu gerginliği aşmanın belki kırk türlü yolu vardı; en maliyetlisi seçildi; bu kadar basit bir konu için en maliyetli yolun seçilmesinde bir hikmet olsa gerek. Nedir o hikmet? Niçin bu hikmeti izah gayretlerinde bir türlü inandırıcı olunamıyor? Niçin, ille de çok daha maliyetli bir yönetim üslûbu tercih ediliyor?

Üzüm yemek için bağcıyı hırpalamak gerekmezdi. Toplumsal muhalefeti yönetmek, muhalefet partilerini “yönetmek”ten daha fazla anlayış, hilm, soğukkanlılık ve özgüven gerektiren bir hünerdir. Seçim günü gelip sandıklar sayıldığında yine galebe edebilirsiniz fakat geride fena halde kırgın ve kendini yenilmiş hisseden bir muhalefet kitlesi bırakarak kazanılan seçim hayırhah olmaz. Herkesin siyasi desteğini alamayabilirsiniz ama herkesin saygı ve güvenini kazanmak mümkün, hattâ şart. Başbakan’ı dinliyorum; karmaşık duygular... Siyasi istikameti ile ilgili bir şahsi sıkıntım yok ama üslûbunu, o üslûbu besleyen asabî gerilimi hiç tasvib edesim gelmiyor; esasta değil, usûlde ayrı dünyaların insanlarıyız.

Bir dostum benim gibi hissî karmaşa yaşayanları empati yapmaya davet ederek, “Bekâra karı boşamak kolay” dedikten sonra Bakanlar Kurulu’nu, yardımcıları, MKYK’yı imâ ederek “Orada hiç mi bir şey konuşulmuyor” diye sitem etmiş. Tam olarak neden bahsettiğimi belki şu anekdot izah edebilir: Geçenlerde bir devlet büyüğümüz, bir kuruluşa isim verilmesi konusunda yakın çevresinden fikir beyan etmelerini istemiş. Toplulukta mânidar bir sükût olunca biraz şaşırmış, “Yahu niçin fikrinizi söylemiyorsunuz?” İçlerinden birisi cesaretini toplayıp şöyle cevap vermiş:

-Bu konudaki fikrinizi henüz bilmediğimiz için henüz bir fikrimiz yoktur efendim!”

Üslûp diyorum üslûp! [email protected]


Kaynak (Arşiv)