Mavi Marmara acısı
Aşağıdaki okuyacağınız cümleler, 9 Haziran 2010 tarihinde bu sütunda yayımlandı. Başlığı şöyleydi, “Aması-maması var bu işin”; 10 gün önce 31 Mayıs'ta İsrail'in Mavi Marmara gemisini basıp 9 aktivisti şehid etmesi üzerine kaleme alınmıştı.
Ateşteki kestâneydi. Belki o yüzden İslâmi kesimde büyük tepkiyle karşılandı; sinkaflısından başlayarak İsrail uşaklığına kadar uzanan ve ebediyyen cehennemde kalmamı dileyen mektuplar almıştım o zaman. İşte o satırlar:
‘Ama'lı cümle kurmayın diyorlar. “Söze ama'yla başlarsanız, sizi dinlemeyiz; iyiniyetinizden şüphe duyarız; cümleye ama'yla başlamak resmen ve alenen İsrail yandaşlığı mânâsına gelir” demeye getiriyorlar.
Kendi nâmıma “Haydi oradan” diyorum bu kanaat terörüne (...) Ama'yla cümle kurmak, tahlilin, terkibin, anlama ve yorum gayretinin kaçınılmaz vecibesidir; gaye ile araç arasındaki ilişkiyi sorgulamaktır. Ayrıntılar ‘ama'lı cümlelerle görünür hale gelir; anlam ayrıntılardadır. Din ayrıntıdır, medeniyet ayrıntı. “Bu işin aması-maması yok” diye dayatmak, düşünmeksizin itaate davettir; üzüm yemekle bağcıyı dövmek arasında tefrike girmemektir.
Mavi Marmara gemisinin yolcularına büyük saygı, hattâ hayranlık duyuyorum, niyetlerini alkışlıyorum; “Sen de gel” deseler, büyük ihtimâl o cesareti gösteremezdim ama seçtikleri hareket tarzını beğenmedim. Amaçla araç arasındaki o vahim uçurumun hamâsetle, dinî coşkuyla, celâdetle doldurulması maksadı zedeler; zedeledi, olmadı; güzel bir hedef, araç seçmekteki itinasızlık yüzünden akîm kaldı.
İyi bir maksada, tartışılır araçlarla vâsıl olmanın mânâsı yoktur. Maksat da salih olmalı, vâsıtalar da. Ama'larla, fakatlarla, lâkinlerle, ne var ki'lerle, bir başka açıdanlarla, binaenaleyhlerle, ancaklarla tiftik tiftik sorgulanması gereken bir süreç yaşadık, yaşıyoruz; bu süreç bir derneği, bir vakfı, bir hükmi şahsiyeti ilzam etmekle yetinmiyor; hepimizi ilgilendiriyor.
İşte hükümet: İsrail'den hazetmiyor ama diplomatik ilişkiyi dondurmayı, ikili bütün anlaşmaları iptal etmeyi düşünmüyor. Dünyanın hiçbir yerinde “düz” siyaset yürütülmüyor; siyasetin de amaları, fakatları, ihtirâzî kayıtları var. Herkes Gazze kuşatması altında zulüm gören, acı çeken insanlara yardımda hemfikir ama mâsum ve insanî bir yardım eylemi neticesinde 9 kişinin katledilmesini doğru bulmuyor.
Hepimiz, olaydan sonra hükümetin, gemiye yapılan saldırı sonrasında takındığı aktif tutumu, diplomatik inisiyatifi alkışlıyoruz ama sürecin tâ başından itibaren hükümetin kontrolü altında olup olmadığı konusunda sualler sormak, endişelenmek hakkımızı da ertelemiyoruz.
Hükümetin İslâmi hassasiyetini alkışlıyor ve paylaşıyorum ama iç ve dış siyasette İslâmi duyarlığın, Hamas tarzı ve hamâsî muhtevada eylem ve metodlara dönüşebilme ihtimâlinden de tedirginlik duyuyorum.
Buna mukabil, “Bu konuda amayla başlayan cümle kurarsan bittin!” diye bir kanaat diktası oluşturmaya çalışanların, işin sonunda Türk dış siyasetini “Küresel intifada” noktasına getirip bağlamalarından tedirginim. Son aylarda olumlu bir vizyon kazanan dış siyasetimiz, intifada anaforuna atılmamalı diye düşünüyorum.
Kaldı ki hükümetin bu krizi iç siyasette de kullanmaya başlamasından da büyük endişe duyuyorum. Dini ve milli sembollere, dini, milli ve ideolojik belagat unsurlarına başvurarak siyaset yürütülmesinden hoşlanmıyorum (...) Evet, insânî ve ulvî bir gaye için yola çıkanların neticede yaptıkları işi tabu haline getirip kanaat terörü, yılgınlık rüzgârı estirmesine kendi adıma karşı çıkıyorum.
Aradan geçen 5 yıldan sonra hükümetin aynı noktaya gelmesinden sadece acı duyuyorum.