Lenin'in hayatını okurken düşündüklerim
Lenin'in hayatını okuyunca 70'li yıllarda yaşadıklarımızı ve uzaktan şahit olduklarımızı insan daha iyi anlıyor. Amip gibi bölünen, kendi arasında çatışan pek çok fraksiyon. Bir hülyâ uğruna adanan ve harcanan hayatlar, trajediler...
Sosyalist kültür dergisi Birikim'in genel yayın yönetmenliğini de yürüten Ömer Laçiner hemşehrim olur. Benden bir önceki ağabey kuşağından. Memleketin namdar sosyalistlerinden biri olduğu için tanışmamız gecikti hâliyle. Gençlik çağlarımızda sosyalist takımıyla değil konuşup sohbet etmek, selâm alıp vermek bile netâmeli, şüphe uyandıran hareketlerdendi. ‘Komünist' sıfatı, insanlık düşmanı, vatan haini, şeytanın iki bacaklı şekli filan gibi bir karşılığa tekabül ediyordu. Aynı çirkin ve yanlış nitelemenin komünistler tarafından bilumum ‘Faşo' yani, faşist olduğu öne sürülenlere yöneltildiğini hatırlatayım.
Geç tanıştık Ömer Ağabey'le. Zannediyorum 7 sene kadar önce bir gazeteci topluluğuyla birlikte Kuzey Irak'taki Kürdistan otonom bölgesine giden ekipteydik. Yol arkadaşlığı yakınlaşmayı, yakınlaşmak için ‘anlama'yı kolaylaştırdı. O günden beri aramızda hemşehrilik ve muhaliflik müştereklerinde bir hukuk oluştu.
Bir konuşma esnasında, nereden icab ettiğini hatırlamıyorum, şöyle bir ‘vecize' nakletti Lenin'den. Sovyet iktidarının ilk zamanlarında demiş ki Lenin,
- Şimdi iktidardayız ve bütün alçaklar şimdi bizden yana!
Bu söz dikkatimi çekti; siyaset bilimini neredeyse bir cümlede özetleyen bir fikir gibi göründü bana. Acaba Lenin'de, böyle dramatik bir yakınma arzusu uyandıran olaylar nelerdi? Niçin Komünist Parti'nin demir disiplini ve güçlü ideolojik eğitimi iktidara gelince etrafına birtakım ‘alçaklar'ın kümelenmesini engelleyememişti? Diğer partilerden çok önemli bir noktada ayrıştığını ileri süren efsanevi bir partinin doktrin kurucu lideri, bu cümleyi kurarken ilerde büyüyecek bir yenilgiyi henüz çok erken zamanlarda görmüş ve itiraf mı etmişti?
MARKSİSTLERİN KONGRE MERAKI NEREDEN GELİYOR?
Lenin'in kapsamlı bir biyografisini okuma arzusu böyle doğdu bende ama vaktiyle Ankara'nın Zafer Pasajı'nda kümelenmiş sol klasik satan kitapçı dükkânlarında bolca rastlanan, ‘partizan' yaklaşımlı kitaplardan biri olsun istemedim; bu tip biyografilerde tarafsız bir anlatım yerine okuyucuya propaganda yapmaya yönelik bir güzelleme, bir nevi ‘resmi tarih' öğretisi dayatma arzusu çok belirgindir çünkü. Böyle kitapları okumakla, söz konusu kişiyi ‘tanımış' olmazsınız; ona hayran olmak, takdir etmekten başka tercihiniz kalmaz.
Geçenlerde Beşiktaş'taki bir kitap mağazasında iki Lenin biyografisi buldum ve açıkça yazarlarını tanımadığım için, “Ya şundadır ya bunda...” usulüyle birini tercih ettim. Yazarından bahsetmeyeceğim, çünkü kitap üç aşağı beş yukarı yukarıda anlatmaya çalıştığım ‘güzelleme' faslına giriyor bir mânâda. Yine de benim için faydalı oldu.
Bir haftada bitirdiğim 500 küsur sayfalık biyografiyi okurken, Marksistlerin gayet iyi bildikleri ve hemen hatırlayacakları bir husus dikkatimi çekti. Kongre yapma merakı. Buradaki kongre kavramını irili ufaklı her büyüklükte kurul, komite, komisyon, heyet türünden bir karar organı olarak anlayabilirsiniz. Çarlık rejiminin ağır baskısı altında güçlükle örgütlenen komünistlerin, dağılıp gitmemek için kendi aralarında dayanışmaya özel bir önem vermeleri anlaşılır fakat bu kurulların büyük çoğunlukla saatler süren tartışma celselerine dönüşmesi ve hemen ardından birbirine muhalif gruplaşmaların zuhur etmesi çok dikkat çekiyor. Demokrat olduklarından mı, hayır! Dünyanın gördüğü en merkeziyetçi, en otoriter ve totaliter bir siyasî yapının, bizim bildiğimiz demokrasiyi ve kurallarını ‘burjuva demokrasisi' diye alaya aldığı ve hafifsediği hiç unutulmamalı.
Öyleyse bu bölünme, birbirine muhalefet edip ardından farklı fraksiyonlara, örgütlere, gazetelere bölünme içgüdüsü bir ‘Marksizm klasiği' midir? Bu konuda söz söylemek bana düşmez pek ama acemi bir okuyucu sıfatıyla ‘Galiba öyle' cevabını verebilirim. Yaşadıkları çağın en güçlü ve yanılmaz ‘sosyal bilim'i saydıkları Marksizm'in amentülerini yaşanan hayatın içine yerleştirip doğrulatmak için deli gibi didinen bu insanların fraksiyonerlik merakı galiba teori ile hayat arasındaki bir türlü uzlaştırılamayan açıklıktan doğuyordu.
Belki de tamamen farklı bir şey; belki de tamamen yalnızlık duygusu. Ütopik bir hayâl peşinde koşan ve başarıyı uzak ihtimâl kabul eden insanların birbirine tutunma ve hemen ardından ‘yok böyle olmayacak' duygusuyla yeniden ayrışarak kendi ütopyalarını arama çaresizliği...
Lenin'in hayatını okuyunca 70'li yıllarda yaşadıklarımızı ve uzaktan şahit olduklarımızı insan daha iyi anlıyor. Amip gibi bölünen, kendi arasında çatışan pek çok fraksiyon. Bir hülyâ uğruna adanan ve harcanan hayatlar, trajediler... Havada uçuşan ve küfür niyetine kullanılan “Troçkist, revizyonist, sosyal faşist, işbirlikçi, burjuva” suçlamaları, ardından yine bölünme, yine ihanet arayışları ve hayal kırıklığı...
Bunları söylerken başta Laçiner'in yaşıtları olmak üzere, kendi çağdaşlarımın ve sonrakilerin samimiyetini sorgulamıyor, aksine saygı duyuyorum. Solun kendi içinde yaşadığı ve yaşattığı iç çatışmalar belki de kendi mantıklarınca bir meşrûluk arayışı idi; doğru olanı yapmak, tarih, daha doğrusu ‘materyalist tarih'in karşısında doğru yerde ve tavırda olmak arzusu...
CHP elbette Marksist bir parti değil ama CHP'lilerin sıkça kurultay yapmalarında, liderlerini eleştirip gruplara bölünmelerinde, parti içinde demokratik mücadele yürütürken öte tarafta partilerine zarar vermelerinde adeta ‘Leninist' bir nizâcılık, maraza çıkarma refleksinin izleri var galiba. Atatürk ve İnönü gibi karizmatik liderlik mirasını yaşatan bir partinin, sağ partilerden daha çok parti içi demokrasi işletmesinde üzerinde düşünülecek ve tahlil edilecek unsurlar var.
SOVYET DEVRİMİ NEYE YARADI?
‘Komünist toplum' hülyası değil ama Sovyet devrimi doğduğu yerde, 75 sene zor bela yaşatıldıktan sonra çöktü. Marksistlerin ‘Burjuva saplantısı' diye küçümseyip reddettiği insanın değişmeyen yapısı ve tabiatından ayrılmayan alışkanlık ve hırsları galebe etti. Lenin ve onun eseri SSCB'den geriye, toplumu bir bütün halinde tasarlayıp onu yeniden biçimlendirme uğruna göz kırpmadan girişilen insanlık dışı totaliter, otoriter uygulamalar ve zulüm kaldı. Her devrimde olduğu gibi Sovyet devrimi de evlatlarını yedi. Lenin'in etrafında ömrünü hiçe sayarcasına fedakârca çalışan çekirdek kadrodan çoğu yine Sovyet mahkemelerinde, uydurma iddianameler, işkence metotları ve idamlarla canından oldu. Lenin, fitilini tutuşturup örgütlediği ‘devrim'in sonunda neye dönüştüğünü göremeden ihtilâlin 7. yılında öldü. Halefi Stalin, ‘Stalinizm' diye bilinen bir cendere ve baskı düzeniyle tam otuz sene halkını inletti.
Biyografisinde Lenin'in o ünlü vecizeyi nerede ve nasıl söylediğini anlatan bir fasıl göremedim ama bir cümlenin uyandırdığı merak, insanlığın en bilinesi hikâyelerinden birine daha yakından bakmama ve hikâyeyi daha ayrıntılı öğrenmeme sebep oldu; bu arada demokrasilerin en korkulu düşmanı karizmatik liderlik kavramını da yeniden gözden geçirme fırsatı oldu. Lenin'in deha çapında bir lider olduğunu tekrar etmeme gerek yok; insanlığın en büyük acıları “deha çapında”ki karizmatik liderler vasıtasıyla yaşadığını da unutmamak lâzım ama. “Bir dirayetli adam çıksın, bizi kurtarsın” bekleyişi genellikle ızdırap ve hayal kırıklığı doğuruyor toplumların tarihinde. En ağır polis ve rejim baskısı altında bile hayatları pahasına ideali arayan, birbirlerini sorgulayan ve didinip duran Rus devrimcilerinin o metodik sorgulayıcı tavırları bile, Rusya'nın en büyük dünya hapishanesi olmasını engelleyemedi sonuçta.
Lenin'in hikâyesinde Marksistler, şüphesiz benim gördüğümden daha başka şeyler buluyorlar; ben ise kocaman bir yanılgı orada...