Küçük bir mescid

Karikatürist Semih Balcıoğlu'nun nefis bir kompozisyonunu hatırlıyorum; resimde küçücük bir mescid vardır; ufacık minaresi, mütevazı kiremit çatısı, avlusunda ürkek bir hâletle ayakta durmaya çalışan iki kavak gölgesi ile tipik bir kenar mahalle veya kasaba mescidi.

Ne var ki bu mescidin "büyük hayalleri" vardır; karikatür tekniğinde kullanılan "düşünce balonu" ile mescidin büyük tasavvurunu öğreniriz. Birbirini izleyen küçücük sabun köpükcüklerinin en büyüğünde muhtemelen Ayasofya'ya ait olması gereken muhteşem bir iç mekân illüstrasyonu yer alıyor; dört devâsâ "fil ayağı"nın kubbeyle birleştiği yerlere asılmış ve "celî" yazı tarzının şâheserlerinden sayılan levhaları, haşmetli kandil avizeleri ve yekûnunda iki medeniyeti dudak dudağa getiren emsalsiz terkibi ile o yiğidin gönlünde, günün birinde bir "Ayasofya" olmak yatmaktadır. Minikliği ile mâruf "Serçe" ve "Murat" marka otomobillerin tamponunda da buna benzer "büyük olmak" tasavvurlarının dile getirildiğini hatırlıyorum: "Büyüyünce otobüs olacak"gibi.

Balcıoğlu'nun nüktesi ilk gördüğüm andan beri hoşuma gitmiştir; büyük olmak, daha mükemmel bir forma kavuşmak anlaşılabilir bir eğilim ama mevzu "câmi" olunca durum değişiyor: Meşhûr—ı cihandır ki İslâm medeniyetinin en haşmetli mâbedleri, yaşadığımız topraklarda yükseliyor ve bu eserlerin göz menzilinde bulunmak, etrafında, içinde, kenarında, uzağında ama daima onlarla temas ederek yaşamak bizde "câmi", daha doğrusu ibâdethane fikrinin "Sinan" merkezli, Süleymaniye, Sultanahmet, Yenicâmi merkezli gelişmesine yol açıyor; "Câmi dediğin böyle olur" yaklaşımı, Cumhuriyet'in başlangıcından beri her nevi ibâdethane ihtiyacının, hiç olmazsa "küçük bir Süleymaniye" taklidi ile karşılanmasına yol açtı. Kendini tazeleme gücünü kaybeden her geleneğin kapıldığı ilk hâlet korku ve bugün yeni semt— eski semt demeden yaşadığımız şehirlerin her yerine serpiştirdiğimiz "selâtin" taklidi, "Selimiye yavrusu" kötü taklid ibâdethaneler işte bu korkunun eseri.

İslâm'ın cemaat rûhuna bizde daha çok hitab eden ibadethane tarzı hiç şüphesiz, semt kuytuluklarına, köşe başlarına, ihtiyar çınarların gölgesine, bir hayrat sebilinin böğrüne gizlenmiş küçük mescidlerdir ve küçük mescidler Osmanlı coğrafyasına çok dengeli ve âdil bir tarzda dağılmakla dikkat çekerler: Süleymaniye'nin benzeri yoktur ama Üsküdar'daki "Kebapçı Ali Ağa Mescidi'nin Urfa'dan Bağdad'a, Çorum'dan Kosova'ya, Manisa'dan Bahçesaray'a, Malatya'dan Girit'e kadar binlerce yerde binlerce tekrarı, yani mahallin üslûbuna çekilmiş benzerleri vardır. İnşâsı külfetsiz, bakımı ve onarımı kolay, idâresi zahmetsiz ve buna rağmen icrâ ettiği fonksiyon benzersizdir; Mahallenin kalbidir, mekteptir, haber merkezidir, sohbet mahallidir, ibadethanedir. Kubbeye iltifatı yoktur, düz ahşap çatı üstüne oluklu kiremitle görür işini, minâre olsa da olur, olmasa da, iç mekân sakız gibi beyaz kireçle sıvalıdır; süslemede mübalağaya yer verilmemiştir; pencereleri hayata, yani mahallenin gündelik âhengine açılır. Çoğunlukla, bütün ömrünü bir "hayrat" yapabilmek amacına vakfetmiş orta gelirli insanların altından kalkabileceği ölçüde düşük bir inşaat mâliyetiyle ayağa kaldırılabilir. Nitekim küçük mescidlerin çoğu, "ağa, paşa, bey" gibi vâriyete işaret eden lakap sahiplerince değil, "filankes hatun, falankes ağa, bilmemkim efendi" gibi orta sınıfa mensup insanların hayratı olarak dikkat çekiyor.

Bütün ölçüleri mütevazı, boyutları beşeri, anlamı sade, "beden dili" müslümancadır. İslâm coğrafyasında cemaatin nabzını büyük selâtin câmileri değil, küçük mahalle mescidleri idare eder. Dolayısı ile bugün örnek alınması gereken ibadethane biçimi, aslının ancak feci derecede kötü bir kopyası yapılan selâtin camileri değil, mahallenin, şehrin ve coğrafyanın rûhunu tarif eden küçük mescidlerdir.

Keşke bundan böyle ibadethane inşasında kötü taklid edilmiş, pahalıya malolmuş ve başarısız klasik örnekler yerine, küçüklüğüne rağmen şirinliği ve canayakınlığı ile daha mühim fonksiyonlar icra edebilen küçük mahalle mescidi nüktesi daha sık hatırlanabilse...

......

Günün birinde nasib olursa bizzat planlarını çizmek, ayrıntılarını tertiplemek, bahçesini tanzim etmek ve bütün arkadaşlarımla birlikte inşaatında çalışmak niyetiyle böyle bir "hayrat"ta bulunmak dileğindeyim; en azından doğru misâli bizzat göstermek için.

Şükriye Tutkun!

Takriben yedibin kişinin heyecandan yüreği kaynayarak ayağa fırlayıp hep birlikte "ağlama yar ağlama" türküsünü, hem de falsosuz söyleyebildiği bir konser izledim. İstanbul Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde Yavuz Bingöl ve Şükriye Tutkun isimli iki genç sanatkârın konseriydi bu.

Yavuz Bingöl, sesinin imkânlarını bilen ve haddini tecavüz etmemeyi başaran bir yorumcu. Yorumunun bana hitab eden bir tarafı yok ama sahne dilini iyi kullanması ve o kadar delikanlıya genç kıza, içindeki "türkü tansiyonu"nu aksettirebilmesi, benim için dikkate değer bir hadiseydi. Hele "halay" faslında yüzlerce, belki bini aşkın izleyicinin bulabildiği her karşı boşlukta cümleten halaya koşulması vardı ki, genç olmadığıma hayfettim desem yalan olmaz.

Şükriye Tutkun üzerinde konuşmaya değer bir isim: Zaman zaman Sibel Can, Selda Bağcan ve İbrahim Tatlıses'in "sahne ruhu"nun etkisinde kalsa bile, kendisi gibi olmayı, sadece türkü söylemeyi başarabildiği zaman dikkate değer bir yorumcu ile karşı karşıya bulunduğunuzu farkedebiliyorsunuz. "Konser üslûbu ayrı bir şeydir; içinde gösteri unsuru da vardır" itirazına hazırlıklıyım; sadece "iyi türkü söyleyebileceğini" hissettiğim bir sesin, işin kolayını, doğrusunu ve sâde olanını tercih etmesi gerektiği halde, seyirciden reaksiyon alabilmek için kimi zaman kendisi gibi olmaktan uzaklaşabilmesini yadırgadım.

Şükriye Tutkun, işinin sadece "türkü söylemek" olduğunu anlamalı ve bu işin anlamı üzerine düşünmeli. Çok güçlü bir ses kapasitesine sahip olduğu âşikar ve bence ses gücünün, türkü yorumuna galip gelmesine izin vermeli. Türkü, bu genç sanatçının içinde var; onu açığa çıkarması için ekstra gayret sarfettikçe türküye yazık ediyor. Sadeliğin, tabii olmanın ve türkünün varoluş sebebini kavrayışın hikmetine ulaştığı anda eminim ki, gündelik başarıların ötesinde bir köşetaşı olmak, Şükriye Tutkun için hiç de zor olmayacaktır.

Aynı konserde iki saz sanatkârı, saz (mey ve akordeon) icrâsında yüksek kalitenin bir halk konserinde bile tutturulabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Keşke isimlerini bilseydim ve sizlerle paylaşabilseydim.

Şükriye Tutkun'un içinde Anadolulu bir Loreena Mc Cannet var ve onu azat etmesi için sâdelikten ayrılmaması kâfi bence.


Kaynak (Arşiv)